la haine: yere çakılmakta olan insanlığın hikayesi // matt hanson
la haine’ı bugün izlemek, bugün yaşanan toplumsal sorunlardan acı verici fakat zorunlu dersler çıkarılmasına ve kimin yaşamının neden önemli olduğuna dair sormaktan kaçınılmaması gereken sorulara dönük yine acı verici fakat zorunlu yanıtların verilebilmesine olanak tanıyor.
Fransız sanatı “poetik kanun kaçağı”nı öven oldukça güçlü bir geleneğe sahiptir. Burjuvaziyi biraz avangart estetik yoluyla şoka uğratmak bir onur nişanesidir. Bu tarzı Francois Villon’un 15. yüzyıl cinayet balatlarında veya “lanetli şairler” Verlaine ile Rimbaud arasındaki zehirli aşkta okuyabilirsiniz. Yine, bu tarzı Romantik ressamların bütün o olağanüstü cesur ve canlı fırça darbelerinde veya Les Fauves’in “vahşi canavarlar” olarak da bilinen çok-renkli galerisinde seyredebilirsiniz.
Sinematik açıdan, bu yıkıcı canlılık Jean Vigo, Jean-Luc Godard ve Jean-Pierre Melville’in filmlerinde karşımıza çıkar. Fakat buradaki kritik şey, bütün o estetik isyanın bir politik ısrar – aksi takdirde kabul etmeyi, saygı duymayı ya da anlamayı reddeden isteksiz bir kamuoyuna o insanların yaşamlarının nasıl olduğunu göstermeye dönük bir arzu – ile bağlantılı hale getirilmek zorundadır. Sanatçıların efsanevi ikametgahlarından biri olarak Paris şehri, o gururlu şekilde karmakarışık ve kozmopolit tarzıyla haklı bir biçimde övünür. Fakat ne yazık ki bütün o şatafatlı şıklık ve cazibe, bu ışıklar şehrinin altında kaynayıp duran etnik ve ekonomik gerilimlerin üzerini örter aslında.
Yönetmen Mathieu Kassovitz’in 1995 tarihli muhteşem filmi La Haine (Nefret), bizi doğrudan bugün de varlığını sürdürmekte olan toplumsal gerilimlerin ortasına sokar ve olmakta olanların nasıl ve neden olduğunu aklı başında bir tarzda kurcalar. Filmin açılış sahnesi, arkada Bob Marley’in sözleri can acıtan “Burning and Looting” parçası çalarken polisle karşı karşıya gelen isyancılara ilişkin haber görüntüleridir. Görüntüler her ne kadar 90’ların ortasındaki bir haber bülteninden alınmışsa da, sanki Amerika’da ya da dünyanın herhangi başka bir yerinde son zamanlarda gerçekleşen protestolardan alınmış gibidir. Filmde yer verilen isyan, polisin şehrin kıyılarında kurulmuş banliyö adı verilen bölgelerde yaşayan çok-etnikli azınlıklar üzerinde rutin olarak uyguladığı gaddarlıklara verilen bir yanıttı.
Fransa uzun yıllardır isyanlara ve protesto gösterilerine yol açan şekilde çeşitli etnik ve sınıfsal farklılıklar ile müzakere etme konusunda sorun yaşıyor. Yakın zaman önce, Başbakan Macron Paris polisinin Michel Zecler adlı bir siyahi erkeği öldüresiye dövmesini gösteren bir videonun yayınlanmasıyla birlikte – olayı “kabul edilemez” ve “ayıp” olarak niteleyerek – oldukça gergin bir açıklama yapmıştı. Yine, Charlie Hebdo saldırısı etrafında ortaya çıkan söylemlerin, peçenin yasaklanması üzerine tartışmaların ve Michelle Houellebecq’in avangart romanlarının da dahil olduğu ulusal ölçekte süregiden ateşli tartışma başlıklarından biri de İslamofobidir. Bazı sosyologların işaret ettiği üzere, Fransa’da resmi devlet politikasının ülkede yaşayan herkesin nereli olurlarsa olsunlar Fransız olarak kabul edilmesi gerektiğini ilan etmiş olması nedeniyle, görünüşte Fransız olan insanlar ile farklı kökenlere sahip insanlar arasındaki toplumsal ve kültürel mesafe ironiktir. Fakat bu türden bir sözümona eşitlikçi ideal kendilerinin toplumda yerinin olmadığını hisseden insanların daha da yabancılaşması ve onlara daha fazla tepeden bakılması sonucunu verecektir. Yine bu insanlar, polis tarafından sık sık saldırıya uğramaya devam edecek ve geleceğe dair umutlarını tamamen yitireceklerdir.
Bütün bu toplumsal adaletsizliklere dönük haklı öfkesine karşın, La Haine yine de fazlasıyla hümanist bir film. Üstelik yumruğunu sadece kodamanlara ve güç sahiplerine sallamakla kalmıyor. Bunun yerine, üç genç insanın içinde yaşadıkları topluluğun maruz kaldığı şiddete yanıt vermeye çalışmanın yol açtığı trajediye verdiği karmaşık insani yanıtları açık ve duygudaş bir tavırla ele alıyor. Bu üç gencin Arap kökenli bir arkadaşları polislerle yaşanan bir çatışma sırasında bir polis tarafından komaya sokulmuştur. La Haine’da bir günlük yaşamlarına tanık olduğumuz ekip, Hubert adında bir Kuzey Afrikalı genç (Hubert Koundé), Saïd adında bir Arap genç (Saïd Taghmaoui) ve oynadığı rol ile büyük çıkış yapan Vincent Cassel’ın oynadığı Vinz adında bir Yahudi gençten oluşmaktadır. Bu gençlerden her biri yaşanan toplumsal kaosa ve öfkeye birbirinden çok farklı karşılıklar verir; Saïd ve Hubert olan bitenler nedeniyle son derece yıkılmış haldedir fakat bir şekilde dik durmaktadırlar. Fevri ve ateşli Vinz ise, bir sonraki kurbanın kendisi olmayacağını vurgulayarak yüksek sesle intikam yemini etmektedir.
Filmle ilgili verdiği demeçlerden birinde, Kassovitz Spielberg, Spike Lee ve özellikle Martin Scorsese gibi Amerikalı yönetmenlerden çok şey öğrendiğini söylüyordu. La Haine filmi, Kassovitz’in bu yönetmenlerin tarzından ve hikaye anlatma yöntemlerinden çok şey öğrenmiş olduğunu gösteriyor. Paris banliyösünde yaşayan bu üç gencin havalı buldukları şeylerin neredeyse hepsi Amerikan tarzı şeylerdir; yatak odalarında asılı olan WWF posterlerinden dinledikleri old school hiphop şarkılarına ve konuşurken sürekli alıntı yaptıkları Amerikan filmlerine kadar. Amelie filmiyle kendisi de tanınmaya başlayacak olan Kassovitz, kendi adına şiddeti ucuz duygusallığa hiçbir şekilde bulaşmadan ele almaktadır. Şiddetin çirkin ve gerçek hayata dokunan sonuçları vardır ve La Haine şiddetin toplumsal köklerini şiddete yol açan şeyin ne olduğuna açık ve emin şekilde odaklanarak keşfetmeye çalışmaktadır. Bu gençlerin hissettiği yabancılaşma, onların polise karşı bu kadar hırçın şekilde karşılık vermelerinin nedenlerinden birinin altını çizerek açıkça ortaya konmaktadır. Bu gençler sözüm ona Fransız olmalarına karşın, kendi küçük topluluklarının dışındaki dünya ile hiçbir bağlantıları yoktur aslında.
Hubert, Saïd ve Vinz günlerinin büyük kısmını yapacak hiçbir şeyleri ve gidecek hiçbir yerleri olmadan amaçsızca zaman öldürerek geçirmektedirler ve sahip oldukları o gergin enerji neredeyse hiçbir işe yaramamaktadır. Bu üç genç bir keresinde bütün geceyi Paris sokaklarında geçirmek zorunda kaldıklarında, kendilerini tamamen yabancı topraklarda hissedeceklerdir. Paris’te geçirdikleri zamanda bir sanat sergisine denk geldikten hemen sonra bu zarif etkinliğin taklidini yaparak dalga geçerler. Yine, denk geldikleri hoşgörülü bir polis memuru onlara polis kuvvetlerinde onları çetelerden koruyacak çok sayıda iyi insanın da olduğunu söylediğinde, Hubert ona Black Lives Matter hareketinin sloganlarını andıran sözcüklerle şu yanıtı verecektir: “Peki bizi sizden kim koruyacak?”
La Haine izlemesi son derece heyecan verici bir filmdir, fakat bu görsel heyecan vericiliği ortaya koyduğu ahlaki meseleyi geri plana atmaz. Kamera çekimleri oldukça zekice kurgulanmıştır; yakınlaşıp uzaklaşmalar, aşırı yakın çekimler, parçalı ekran kullanımı, baş döndürücü yavaş dönüşler müthiş şekilde kullanılmakta ve bir dizi takip çekimi, vinçli kamera ve kaydırmalı çekim teknikleri seyirciyi hop oturup hop kaldırmaktadır. Dinamik kurgu filmde telaşlı bir mizansen yaratır. Nihayet, filmin karakterleri genç ve asabidirler ve görünürde sürekli bir koşturma halindedirler. Film o kadar sıkı bir şekilde kurgulanmıştır ki, izleyici sık sık şiddetli bir şekilde ve hiçbir uyarıda bulunmaksızın ortaya çıkan hızlı değişimleri kolayca takip edebilmektedir. Bu üç gencin birbirine olan derin sadakatini görürüz ve hissederiz. Sonuçta birbirlerinden başka sahip oldukları hiçbir şey yok gibi bir şeydir.
Vinz’in bir gece önce gizlice bir polisin silahını ele geçirmiş olduğunun ortaya çıktığı an gerilim tavan yapar. Kassovitz, filmine dair yaptığı yorumda, Fransa’nın çok sıkı silahlanma politikalarına sahip olduğuna ve bu anlamda güçlü bir silahın varlığının Amerikan filmlerindeki gibi güven verici bir şey olmadığına işaret etmektedir. Devletin uyguladığı şiddet nedeniyle öfke bir kez alevlendiğinde, ortamın daha da sıcak hale gelmesi ihtiyaç olan son şeydir. Vinz hariç gruptaki hiç kimse silah ortaya çıktığında kendisini daha da güvende hissetmez. Aksine, Vinz silahı gösterişli bir şekilde ortaya koyduğunda, gözlerini kaçıranlar grubun geri kalanı olan iki renkli derili gençten başkası olmayacaktır. Bunun muhtemel nedeni, bu iki gencin bu türden kural tanımaz hareketlerin eninde sonunda sizin başınıza bela çıkaracağını çok iyi biliyor olmalarıdır. Bir sahnede, gençler iki ırkçı polis tarafından işkence edilirken bir çaylak polis de yanlarında onları izlemekte ve işkenceci polislerin çaylak polise yönelik gözaltına alınan şüphelilere nasıl davranılması gerektiğine dair verdikleri derslerin hissettirdiği dehşet çaylak polisin yüzünden okunacaktır.
Bir kere, La Haine filmi benim bugüne kadar gördüğüm en muazzam müzik ile görsel uyumuna sahip filmdir. Başkarakterler mahallede bir evin avlusunda yürürken, onlardan birkaç kat üstte görünen bir dairede yüzünü gizleyen bir DJ ufak odasının penceresine turntableını ve iki kocaman hoparlörü çıkarır. Genç DJ derin bir nefes alır ve KRS-One’ın 1993 tarihli kışkırtıcı teklisi “Sound of Da Police” parçasını Edith Piaf’ın 1960 tarihli meşhur “Je Regrette Rein” parçasıyla miksleyerek çalmaya başlar. KRS-One ile Piaf’ın sözleri üst üste binerken, kamera önce yükselir ve ardından görkemli bir hareketle binaların ve ağaçların üzerinde akıverir; ki bu sahneyi ne zaman izlesem acayip heyecanlanırım. Bu miks Afrikalı-Amerikalı sokak hayatının gerçeklikleri ile Fransız popüler müziğinin enerjik assolistlerinden birine saygı duruşunu zekice birbirine bağlar. Bu bağlantı, adalete dönük arzunun tarihin, kültürün, türün ve coğrafyanın yasaklayıcı sınırlarını gerçekten aşabildiğine dair güçlü bir önerme içermektedir.
Yine harika bir sahnede, gençler bir halk tuvaletinde Vinz’in intikam arzusu üzerine şiddetli bir şekilde tartışırlarken, onlara denk gelen yaşlı bir beyefendinin birdenbire bir arkadaşı için kötü sonuçlanan savaş zamanında geçen absürt bir olayı anlatmaya başladığını görürüz. Buradaki hikaye eğlendirici bir gündelik hikayedir fakat içinde muazzam bir ahlaki öngörü de taşımaktadır. Onion A.V. Club’dan Mike D’Angelo’nun açıklamasıyla:
Yaşlı adamın gençlerin komadaki arkadaşlarının ölmesi durumunda polise karşı şiddete başvurmanın meşru olup olmadığı üzerine yaptıkları tartışmayı duyup duymadığı ve eğer duyduysa, anlattığı hikayenin bir anekdottan ibaret mi yoksa Vinz’in argümanını çürütmeye yönelik mi olduğu belli değildir… Fakat eğer duymadıysa, hikayede saçma sapan şeylere bulaştırılmasına izin verdiği için felakete uğradığı anlatılan o zavallı ve tuhaf kişinin konuya dair önemini fark etmek pek de zor değildir.
Bu anlamda, La Haine son derece açık ve güçlü bir mesajı yanlış anlaşılması söz konusu olmayacak şekilde verir: İşlerin son derece yanlış gittiği bir dünyada bile şiddet çözüm değildir. Toplumsal bölünmenin iki tarafında da duygudaşlık kurabilen karakterlere yer verilmesi de bunu açıkça göstermektedir. Vincent oldukça karizmatiktir fakat aynı zamanda fazlasıyla sinirli ve kavgaya hazırdır. Yine, sokakta neo-Nazilerle karşı karşıya gelmesiyle Vincent bu yönden sınandığında, olay hiç kimsenin istemeyeceği bir şekilde bitecektir. La Haine kurumsallaşmış şiddetin tehlikelerini son derece canlı bir şekilde gösteriyorsa da, buna yanıt olarak intikamı da yüceltmemektedir. La Haine’ın ahlaki odak noktası daha da derindedir. Filmin kısa fakat çok şey anlatan bir sahnesinde, Saïd “Dünya Sizin” şeklinde küstah bir sloganı (pek çok hiphop şarkısında sayısız kere alıntılanan bir Scarface referansı vardır burada) gözlere sokan bir ilan panosuyla karşılaşıverir ve onu “Dünya Bizim” olarak değiştirir. Bazen yapmanız gereken şey sadece bir ya da iki harfi değiştirmektir.
Irk, ekonomi, medya tatavası ve milliyetçiliğin zamanla nasıl bir kartopundan bir çığa dönüşebileceğini görmezden gelmenin ne denli kolay ve rahat olduğu düşünüldüğünde, La Haine’ın öngörülerinin içinde yaşadığımız acı dolu dünyada ne denli gerekli olduğunu da anlayabiliriz. Oldukça hassas bir yapıya sahip olan Hubert’in dediği gibi “öfke öfkeyi besler”. La Haine filmi yayınlanır yayınlanmaz beklenmedik şekilde popüler oluverdi, Cannes’da ödül kazandı ve yönetmeni Kassovitz ile dönemin Fransa başbakanı Nicholas Sarkozy arasında bir kamusal tartışma da dahil olmak üzere ülkede ateşli tartışmalara yol açtı. La Haine’ın yayınlanıp ortalığı kasıp kavurmasından 26 yıl sonra, bugün halen daha filmin öngörülerinin geçerli olduğunu görmek oldukça can sıkıcı.
La Haine’ı bugün izlemek, bugün yaşanan toplumsal sorunlardan acı verici fakat zorunlu dersler çıkarılmasına ve kimin yaşamının neden önemli olduğuna dair sormaktan kaçınılmaması gereken sorulara dönük yine acı verici fakat zorunlu yanıtların verilebilmesine olanak tanıyor
kaynak: thesmartset / çevirgen: chris dadallı