“matrix: resurrections” kötü bir film fakat teknoloji üzerine sağlam şeyler söylüyor // devin coldewey
uzun zamandır beklediğimiz ve nihayet yayımlanan yeni matrix filmi genel olarak bir facia, fakat içerdiği aksiyon, karakterler, tempo, görseller ve diğer açılardan bakıldığında bir konuda başarılı olduğunu söyleyebiliriz: teknolojiyle olan ilişkimiz hakkında son derece ikna edici şeyler söylüyor.
(Bu yazıda “Matrix: Resurrections” filmine dair spoylırlar bulunuyor, haberiniz olsun…)
İlk “Matrix”in yaşamakta olduğumuz dünyanın gerçek olmadı yönündeki önermesi pek de orijinal sayılmazdı, fakat bu önerme etrafında kurduğu derinlemesine bilim-kurgu oldukça dikkat çekiciydi ve iyi işlenmişti – kitleleri pasifize etmek üzere bir simülasyonu kullanan bir tür “Terminatör”vari robo-kıyamet senaryosuydu. İlk Matrix’in gösterime girdiği zamanda insanlar henüz gündelik hayatta karşılaştığımız teknolojiye karşı bugünkü gibi sağlıklı bir korku geliştirmiş değillerdi: akıllı telefonlar yoktu (ve dolayısıyla onlara olan hastalıklı bağlılığımız ve güvenimiz de henüz ortaya çıkmamıştı), robotlar henüz ilkel düzeydeydi, yapay zeka henüz bir tür bilim-kurgu işi olarak görülüyordu ve sosyal medya demek ICQ ve sohbet odaları demekti. Ah o eski cahil günlerimiz ne güzeldi!
Anlayacağınız, ilk “Matrix”te ortaya konulan korkular ve tehditler de pek de öyle teknoloji temelli değildi: Tamam, makineler insan ırkını canlı pillere dönüştürmek için boyunduruk altına almışlardı fakat zaten dünyanın hakikatini insanlardan saklayan bir illüminati’nin var olduğu tarzı düşüncelere dayanana paranoyak görüşler neredeyse yüzyıllardır tedavüldedir.
Fakat “Resurrections” oldukça farklı. İlk “Matrix’in gösterime girmesinden bu yana geçen yirmi küsur yılda, (diğer şeylerin yanı sıra) akıllı telefonlar, yapay zeka ve sosyal medya sadece birer etkili teknoloji olarak kendini göstermekle kalmadı, aynı zamanda mümkün kıldığı şeylerle ve yarattığı terörle yaşadığımız çağa damgasını da vurdu.
“Resurrections”ın tarif ettiği temel tehdit, bir tür topyekun kandırmacaya maruz kaldığımızdan ziyade – muhtemelen zamanımızın en açık ve en eli kulağında tehlikesi olarak – hedefli dezenformasyona maruz kaldığımızdır. Önerilen çözüm ise, serinin önceki filmlerinin kısmi bir çözüm olarak işaret ettiği gibi, mevcut düzenin maskesini indirmek değil, samimiyetle ve insanca, diğer canlılarla uyum ve karşılıklı iletişim halinde yaşamaktır.
Filmin başında ana karakterlerin kendilerini – kendileri olarak – içinde bulduklarını gördüğümüz durumlar, bizlerin de düşebileceği farklı tuzakları temsil ediyor. Matrix üçlemesinin bir oyunlar dizisi olarak inandırıcı ve son derece soyut bir düzeyde yeniden kurgulanması bir yalandan ziyade daha ikna edici bir tür yarı-hakikate denk düşürülmüş. Bütün bu kurgu içinde, gayet güzel yapılandırılmış bir karakter olarak Neo süregiden oyunları gerçekmiş gibi algılama hastalığını tedavi ettirmek üzere terapiye gitmektedir. Trinity direnişi en düşük düzeyde de olsa sürdürerek bir tür rutin tutturmuş gitmekte, (yeni) Morpheus ise içinden çıkılmaz bir yankı odasına hapsolmuş halde yaşamaktadır.
Buradaki fikirleri bugün sosyal medyanın ortaya koyduğu en korkunç tehditler ile bağlantılı düşünmek o kadar da zor değil: Kendi kendini aldatma, ekranlara gömülüp kalma ve radikalleşme. Burada makineler artık düşüncelerini kişilerin düşünceleriymiş gibi gösterebilen birer etki makinesidir.
Mesele de artık “gerçek dünya bu değil”den çıkmıştır, ki evet gerçek dünya bu değildir, bunun yerine “düşüncelerim benim gerçek düşüncelerim değil”e dönüşmüştür. Peki, düşünceler artık sizin değilse, kimindir? Bu soruya yanıt verdiğinizde, sizi ezenin ve sömürenin kim olduğunu da bulmuş olursunuz.
“Resurrections” filminde kişinin kendisi üzerine düşünmesi konusunda nereye baksak bir yenilgiyle karşılaşırız. Gerçek dünyada dışarıda insanlık etkisiz hale getirilmiştir. Aslen bir devrimci olan Morpheus artık yoktur ve insanlığın yeni lider kadrosu bir yokoluş tehdidi karşısında riskten kaçınabilmek adına eli kolu bağlı durmaktadır. Bir nevi ileri adım atmak adına gereken o cesur hareketi bir türlü yapamayan etkisiz bir hükümet söz konusudur.
Elimizde kalan ise – biraz beceriksizce kurgulanmışsa da – vahşi adam Merv’de ifadesini bulan bir tür (kasıtlı ve belirli bir amaca yönelik olarak) yenilikten-korkan topyekun reddiyeci Boomer zihniyetidir: “Bizim zerafetimiz vardı, tarzımız vardı, karşılıklı fikir alışverişimiz vardı, bunlar değil … bip-bip-bip-bip! Sanal, filmler, kitaplar bunlardan çok daha iyiydi! Orijinal olmak önemliydi!” Merv her şeyin güya harika olduğu çoktan tarihe karışmış bir çağa dönmek istemektedir: kendisi, yeni çağa uyum sağlamaktaki beceriksizliğinin suçunu teknolojiye atan mızmız ve pis bir barbardır artık.
Son olarak, makineler arasında bir iç savaş sürmektedir: sürdürülemez haldeki fakat durdurulması da mümkün olmayan teknolojinin ürettiği kopyalar birbirini yemeye başlamıştır.
“Resurrections”ın ileriye gitmek için önerdiği şey ise bir şekilde artık bayatlamış bir “hep birlikte çalışalım!”dır. Fakat bu bayat önerme, sahip olduğu alt-metin sayesinde anlamlı bir mesaj haline gelebilmektedir: Ortak düşman teknoloji değil, doğası teknolojik olan şeylerdir. Kaçış ise, kendi zihninizin hapishanesine kısılıp kaldığınız takdirde bir yanılsamadan başka bir şey değildir.
“Resurrections”ta önemli olan, ister bir yüksek-teknoloji ürünü düşman eliyle kötü niyetli ve kasıtlı bir şekilde üretilmiş olsun isterse kişinin kendisi üzerine düşünme becerisinden yoksun olması nedeniyle kendiliğinden edinilmiş olsun, sanki kendimize aitmiş gibi benimsediğimiz programlanma girişimlerinin reddedilmesidir.
Bir arada yaşamak kat etmemiz gereken yolun adıdır ve bunu başarabilmek için de öteki hakkındaki ön-kavramsallaştırmalarımızı sorgulamak zorundayızdır. İnsanlar ile nefret edilen makinelerin birlikte çalışması Neo açısından şok edici bir durumdur. Hadi bunu çok da siyasi bir yerden okumayalım da – filmdeki bu yaklaşımın iki-taraflı davranmaya dair bir gönderme olduğunu düşünmüyorum – yeni bir terminolojinin ortaya konduğunu düşünmekle yetinelim. İnsanlarla birlikte çalışanlar ise robotlar değil, “sintientler”dir – bu ayrım da önemlidir. Toplumsal cinsiyet bir yelpazeyken, bilinçlilik neden olmasın ki?
“Resurrections”ta, hem robotlar ile insanların aynı gezegeni paylaştığı “gerçek dünya”da hem de yapay zekaların bile kendi rollerinin ve failliklerinin baskıcı biçimde yönetilmesine maruz kaldığı Matrix’te yegane gerçekçi yol bir arada yaşamaktır.
Nihayet, zorunlu bir amor vincit omnia [sevgi her şeyi fetheder] anından ve onu izleyen abartılı aksiyon sahnelerinden sonra, nihai hesaplaşmada yaşananlar bir bakış açısı ortaya koyuyor. İnsanlığa kendi kendini bağladığı ipi vermiş olan “Analizci”, insanların bu şekilde daha mutlu olduğunu söylüyor. Neo ile Trinity ise, insanların sözümona üzerinde yürümeyi tercih ettiği teknolojik koşu bandının işlemesinin tek nedeni, sistemin gerçek bağlantıları ve gerçek neşeyi önlemek üzere tasarlanmış oluşudur.
Fakat “Resurrections” sadece kendini düşünen barbarlar ve keyfi yerinde olan pasif liderlikten fazlasını içeriyor ve insanların – onları cahil ve bölünmüş halde tutan araçlar ve varlıkların aynı zamanda onlar için aydınlanmayı ve birbiriyle bağlantı kurmayı mümkün kılan araçlar ve varlıklar olması nedeniyle – öğrenmekte ve büyümekte özgür olduğu kapsayıcı ve işbirliğine dayanan bir dünyayı desteklemektedir.
Özetle, Lana Wachowski’nin filmi pek de sağlam bir film olmamış, hatta darmadağın bir film de diyebiliriz. Fakat filmi öyle hemen de harcamamak gerekiyor, çünkü filmin mesajı tam da bu darmadağınıklık hali. Filmde kendimizi ve sarsıcı bir kesinlikle sunulmuş olan modern çıkmazımızı açıkça görebiliyoruz ve yönetmenin dünyayı sorgulamak yerine bize dayatılan sınırları sorgulayabilmemiz halinde daha fazlasını yapabileceğimiz inancı da almamız gereken “kırmızı hap”mış gibi görünüyor.
kaynak: techcrunch / çevirgen: kromozom #0