ciddimevzu

odadaki filler // soner torlak

insanın en marazlı özelliği, görmezden gelebilme, yok sayabilme özelliğidir. bütün trajedilerinin değilse de, çoğunun temelinde de bu yatar. trajedi, üzerinize son hızla, düdüğünü çala çala bir tren gelirken, tren yolunda başka bir şeylerle meşgul olmak, oradan bir türlü ayrılamamak gibi bir şeydir. oradan ayrılmanız gerektiği ortadadır, trenin size çarpacağı ortadadır, çarptığında çok kötü şeylerin olacağı ortadadır. sonuçta tren çarpar, trajedi yaşanır. trajedinin yarattığı üzüntü, onun mukadder olmayışındandır. tren yolundan neredeyse son ana kadar kaçmak mümkündür ama sizin o an nasılsa daha “önemli” bir meşguliyetiniz vardır. son derece (tabiatıyla) insan-merkezli tasarlanan bilgisayarların komut karar menülerinde “kabul et” ve “reddet” butonlarının yanında bir de “yoksay” butonunun olması da aslında meselenin ruhuna uygun bir itiraftır.

Vezin tutsun babamı bile hicvederim.”

Şair Nef’i

Odada bir fil var.
Büyük ve kaplamış neredeyse her yeri; şöyle kıyısından geçmek neredeyse imkânsız.
Sıkış tıkış konuşuyoruz, “Nasılsın?” ve “İyiyim” ve binlerce havadan sudan gevezelik.
Havalardan bahsediyoruz.
İşten güçten bahsediyoruz.
Başka her şeyden konuşuyoruz da bir tek odadaki filden bahsetmiyoruz.
Hepimiz onun orada olduğunu biliyoruz.
Birbirimizle konuşurken sürekli fili düşünüyoruz.
Aklımızdan çıkmıyor.
Anlıyorsunuz ya, çok büyük bir fil bu.
Fil hepimizin canını yakıyor.
Fakat odadaki fil hakkında konuşmuyoruz.
Ah, lütfen biri onun adını ansın.
Yahu lütfen biri onun adını bir daha ansın.

Yahu lütfen şu odadaki fil hakkında konuşalım.
Belki onun ölümünden konuşursak, belki onun yaşamından da konuşabiliriz.
Size onun adını söylesem ve siz de gözlerini kaçırmasanız, ha, nasıl olur?
Eğer söyleyemezsem, o zaman beni … bir odada … yalnız başıma … bir fil ile bırakıyorsunuz demektir.

Odadaki Fil – Terry Kettering

ώ

İnsanın en marazlı özelliği, görmezden gelebilme, yok sayabilme özelliğidir. Bütün trajedilerinin değilse de, çoğunun temelinde de bu yatar. Trajedi, üzerinize son hızla, düdüğünü çala çala bir tren gelirken, tren yolunda başka bir şeylerle meşgul olmak, oradan bir türlü ayrılamamak gibi bir şeydir. Oradan ayrılmanız gerektiği ortadadır, trenin size çarpacağı ortadadır, çarptığında çok kötü şeylerin olacağı ortadadır. Sonuçta tren çarpar, trajedi yaşanır. Trajedinin yarattığı üzüntü, onun mukadder olmayışındandır. Tren yolundan neredeyse son ana kadar kaçmak mümkündür ama sizin o an nasılsa daha “önemli” bir meşguliyetiniz vardır. Son derece (tabiatıyla) insan-merkezli tasarlanan bilgisayarların komut karar menülerinde “kabul et” ve “reddet” butonlarının yanında bir de “yoksay” butonunun olması da aslında meselenin ruhuna uygun bir itiraftır.

Peşrev

Üç tür yalan vardır: Yalan, kuyruklu yalan ve sosyal bilimler. Göz alabildiğine ve aklın havsalanın alamadığına uzanan bir sonsuz sibernetik, nöro-psikolojik ve nöro-bilişsel toplumsallık alanının hareket yasalarını bulmaya niyetlenmeyi anlamaya çalışırken, meselenin oldukça “yalana teşnelik” ile ilgili olduğunu görmemek mümkün değil. Esasen yapılan, nitelikli dolandırıcılıktır.

Mesela, Marx’ın neyi nasıl, hangi vurguyla, hangi kavramı kullanarak vs. dediği, Marx’ın anlatmaya çalıştığı şeyin, hatta bizatihi onun hayatla kurmaya çalıştığı ilişkinin önüne geçer; sonra Marx’ın baktığı yere değil, dalgın dalgın Marx’ın suratına, ellerine, mimiklerine bakmaya başlarsınız, Marx aniden ayağa kalktığında “abi, lavaboya mı? Yalnız sifon bozuk, sert çekmen lazım” dersiniz, sosyal bilim “abi, lavaboya mı? Yalnız sifon bozuk, sert çekmen lazım”dır. Mevzudan koparsınız.

Marx’ın Kugelmann’a sözde mektubunun aşırı yorumuna katkı:

Üstadım Kugelmann; Bugünlerde havalar serin, üzerinize afiyet biraz üşütmüşüm [Marx burada Almanca hem “serin” hem de “çetrefilli” anlamına gelen Filanung kavramını kullanıyor, siyasi iklimin karışıklığa atıfta bulunuyor olabilir; “üşütme”nin dönemin politik baskısı gereği Komünist Liga’nın ertelenen toplantısıyla ilgili olması mümkündür – e.n.] İdeoloji’nin [Alman İdeolojisi’nin taslak metni kast ediliyor – e.n.] öne sürdüğü tezlere dönük e… önemli [mektubun burasını fareler yemiş fakat “eleştirileriniz” diyor gibi – e.n.].

Bir düşünürün anlam dünyasını kavramak açısından, onun hayatını, gündelik hallerini, mektuplarını vs. didiklemenin tek başına yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Her ne kadar, örneğin, Marx’ın mektuplarını incelemek, bugün birinin whatsapp yazışmalarını okumaktan çok da farklı değilse de, yine de bir düşünürün yazdığı her şeyi bir bütün olarak değerlendirmenin öyle çok da eleştirilecek bir tarafı yoktur. Bu anlamda, Marx’ın mektuplarının kenarına düşülmüş notlarla uğraşmak keyifli bir uğraştır ama buradan siyasal hat devşirmeye kalkmak başka bir meseledir. İşin içine bir düşünürün kuramsal çerçevesinden güncel bir siyasal strateji devşirme niyeti karıştığında, artık “tahrifat”ı kapıdan kovsanız bacadan girecektir.

Baştan söylemek gerek: Tahrifat, yani kaba anlamıyla, bir kavramı, söylemi, düşünceyi kendi bağlamından kısmen ya da tamamen kopararak doğrudan ait olmadığı bir bağlama şerh düşmeksizin yerleştirme faaliyeti, mevzubahis siyaset olduğunda kaçınılmazdır. Kaçınılmaz da olsa tabii ki ayıptır, günahtır ki bu günah siyasetin boynunadır. Gelgelelim, dünyayı değiştirme faaliyetinin siyaset yapmaktan muaf olamadığı ve olamayacağı aşikâr. Meali; kavramsal bir mayın tarlasında yürümek göze alınmaksızın ve kavramsal saflık taraftarlarının yaktığı engizisyon ateşinden pay alınmaksızın, “siyaset yapmak” da pek mümkün değildir. Mücadele edilen coğrafyanın, örgütlenmesi hedeflenen halkın, korunması ya da dönüştürülmesi gereken gelenek ve alışkanlıkların “tek” olduğu göze alındığında, farklı dünya tahayyüllerine sahip farklı ideolojik eğilimlerin bu “tek” dünyayı, farklı tezahürleriyle ele alması ve bu “tek” dünyaya farklı anlamlar atfederek farklı isimler koyması, siyaset yapmanın abecesidir. Bir örnek olarak, “vatan” ve “memleket”; “millet”, “ulus” ve “halk”; “mülksüz” ve “mazlum” ayrımları da böylesi bir kavramsallaştırma çeşitliliğine denk düşer.

Siyaseten konuşursak, egemenler, zorbalar, hırsız ve katiller tarafından kirletilen ya da istismar edilen bütün kavramlardan uzak durmak yerine, kitleleri sistem karşıtı mücadele ekseninde seferber edebilecek bir kavramsal cephanelik oluşturmaya girişmek illa ki şart. Bu anlamda, siyaset yapmanın yolu, bir tür yeniden kavramsallaştırma ve “ad verme” faaliyeti yürütmekten de geçiyor. Siyasetin mıntıkalarından birinin “toplumsal bellek” olmasının nedeni de bu. Toplumsal bellek, yalnız belirli günlerde mezarlık ziyaretleri, törenler ve bayramlarla sınırlı değildir; gündelik hayatın yeniden kurulmasında, toplumsal ağların her gün yeniden örgütlenmesinde ve dağılmasında da fazlasıyla etkilidir. Geçmişe ve şimdiye yönelik müdahaleler, söylemsel ve simgesel olarak mücadeleli ve çatışmalı bir zeminde sürer gider ve toplumsal bellek, hem toplumu hem de siyaseti anlamak açısından kritik bir kavşakta seyreder durur. Bu anlamda, hemen her şeyin iki gün sonra unutulduğunun iddia edildiği bir toplumda, topluma nelerin hatırlatıldığı ve nelerin unutturulduğundan hareketle, devletin ve medyanın rıza ve hafıza imalatı girişimleri ile kendi gündelik deneyimleri ve alternatif belleği koruma stratejileri yoluyla toplumsal alt-hafızayı koruma mücadelesidir yapılan.

Bölünmüş dünyamızda her şeyin pek çok adı vardır. Egemenlerin temel üçkağıtlarından ve temel paradokslarından biri, bölmeden yönetemeyecekleri bir alemde sürekli birlik ve beraberliğe, herkesin aynı gemide olduğuna dönük bir söylem üretmekle mükellef olmalarıdır. Egemenler, zorbalar, hırsız ve katiller (özetle devletler ve şirketler) tam da bu yüzden “bölünmek”ten çıldırmış gibi korkarlar; bölmenin bir savaşın adı olduğunu da herkesten iyi bilirler. Yine bu yüzden “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan bu günler” bir türlü bitmez. İşte tam da bu yüzden bir şeye yeni bir ad verildiğinde, artık o şey bir kavganın adı haline gelir. Zaman zaman kendi verdikleri adlar döve döve ellerinden alınır, o adların altında artık başka sular akmaktadır, buna da çok bozulurlar. Bir şeye yeni bir ad vermek, bu anlamda, egemenlerin milyonlarca dilinden birini kökünden koparmaktır. Bir toprağı adıyla çağırmak, varlığın sömürgeleştirilmesine karşı direnişin yeni bir dilini kurmaktır. O sokaklara ve topraklara ad verdikten sonra, artık mesele, bunları adlarına layık hale getirmek olacaktır. Bu anlamda siyaset, bir hegemonya mücadelesidir.

ώ

– Sizi hep dağlarda yaşayan bir tür münzevi olarak lanse ettiler, çiftlik insanı olarak…

– Ne yapabilirsin ki? Bir isim verirler size, “Thomas Bernhard” olursunuz, sonra da hayatınızın sonuna kadar böyle kalır bu. Keza ormanda yürüyüşe çıktığınız bir zaman, biri fotoğrafınızı çekerse, sonraki seksen yıl boyunca ormanda yürüyen biri olursunuz. Bu konuda yapabileceğiniz bir şey yok.

[“Thomas Bernhard ile Konuşmalar 2”, Kurt Hoffmann, etilen.net.]

Üç tür yalan vardır: Yalan, kuyruklu yalan ve fotoğraf. Toplumsal hareketlere dönük analizlerdeki en büyük garabetlerden biri, fotoğraftan karakter analizidir. Toplumsal hareketler, adı üzerinde, hareket halindedirler. Hareket halindeki bir şeyin, bir bedenin analizini yapmak, onu “yazmak” için, onun, o analiz ve yazım süresince “durması” gerekir. Bir tür natürmort faaliyetidir söz konusu olan. Nasıl natürmort, ölü doğa demekse; sosyal bilimler de toplumsal hareketleri yazmak için, onları öldürmek zorundadır. Bir tür zorunlu cinayettir bu. Bu cinayet nedeniyle sosyal bilimler hakim karşısına çıksa, savunması “çok seviyordum hakim bey” olacaktır. Bir nomos davasıdır. Bir kez daha, nomos davasına gardaş, döktüğümüz kan bizim’dir.

Şimdi, buradaki meselelerden biri, “bilme hastalığı”dır. Allah kimsenin başına vermesin, çaresi de yoktur. Hemen bir uyarı: İnsanın modern zamana devreden bilme hastalığı, tek başına Aydınlanma’nın suçu olarak görülmemeli. Doğada varlığını sürdürebilmeye dönük bir hayatta kalma stratejisi olarak “bilmek” kritik önemdedir. Ritmini kestiremediğiniz bir ucu açık olasılıklar evreninde yaşamı sürdürmenin imkânsızlığı, bilme edimini hayati kılar. İnsanın doğa ile kurduğu ilişkide çatallanan patikada sağdan devam etmesi, bilme ediminin “bilgi” haline gelmesiyle çakışır.

Bir bedenin, bir mekânın, bir işleyişin, bir ritmin bilgisine sahip olmak, ikili bir sonuca açılacaktır: İlk olarak, o bedenin, o mekânın, o işleyişin, o ritmin varlığını sürdürmesi ve muhtemel ve müstakbel aksaklıklarının öngörülerek düzeltilmesi ya da bunlara dönük önlem alınması imkânlı hale gelir. Yani, o beden, o mekân, o işleyiş, o ritim “yönetilebilir” hale gelir. “Yönetilebilirlik” ise şişede durduğu gibi durmaz; hem kurulu-iyi’ye hem de kurulu-kötü’ye kapı aralayabilir. Aydınlanma düşüncesi, hem insanlığın doğa ile ilişkisini bir kurulu-iyi tesis etmek adına yönetilebilir kılmanın, hem de binyıllar içinde varlığını tahkim etmiş kurulu-kötü’ye ve örgütlü-kötü’ye karşı bilginin gücüyle bir yıkıcı faaliyet örgütlemenin peşindeydi. Kurulu-kötü’ye ve onun sürdürülmesini sağlayan örgütlü-kötü’ye karşı bir Örgütlü-İyi’nin imkân koşullarını yaratmak niyetindeydi. İnsanın ve doğanın bilgisinin edinilmesi, insanı kör inançtan, batıl itikatlardan ve maddi dünyadan kaynaklanmayan her türlü sözde-bilgiden kurtaracak, insan kendi kaderini “göklerden gelen emir”in ellerinden söküp alacaktı. Hatta daha da fazlası: İnsan artık doğaya gerçek anlamda hükmedebilirdi. Doğa, bilgisinin insan tarafından edinilebilir olmasıyla, artık “yönetilebilir” bir şeydi.

Burada bir parantez açalım (son çıkan kapatsın): Bütün “yeni” düşünceler, hem kendilerini vücuda getiren döl yatağında daha önceden pıhtılaşmış kanı akıtmak hem de karşısına doğduğu düşünce dünyasına racon keserek sert bir giriş yapmak adına çubuk bükerler. Yeni düşünce, yerleşik düşüncelerin zeminde çıkarmış oldukları popo izini silmek adına güçlü bir giriş yapmalı, mekânı basmalı; “aman ormancı” misali mekâna dalıp masayı yıkmalıdır. Gelgelelim bu çubuk bükme faaliyetinin bir bedeli de vardır: Yeni düşünce, sesini duyurabilmek adına güçlü bir çığlık atarken, o sesin zeminini daha güçlü, daha titiz kılacak minör sesleri de bastıracak; ahenginin belirli bir kısmından feragat ederek sesini mecburen çatlatacak; ses tellerine kalıcı hasarlar vererek bir tür “doğum lekesi”ne sahip olacaktır. Bu doğum lekesi, bir türlü iyileşmeyen bir çıban gibi yeni düşüncenin bedeninde varlığını sürdürecek; o ilk çıkışta güçlü olmak adına bastırılan ve feragat edilen minör seslerin boşluğu, yeni düşüncenin bedeninde daha en başından onu eskitecek bir yumuşak karın, bir kırıklık olarak yerleşikleşecektir.

İşin daha da fenası, kendisini yeni düşünceyi “topraklamak” üzere kuran bütün hareketler de, illa ki değil ama genellikle, bu çıbandan mustarip olacak, hatta bu çıbanı bedenin doğal bir parçası sayarak kendilerini kuracaktır. Fakat bu hareketleri de cinayetten değil, olsa olsa yardım ve yataklıktan yargılamak gerekir. Yıkılması gereken duvarın sertliği, hareketlerin dilini ve donanımını sertleştirmesini gerektirir, “düşman”ın yekvücutluğu ve etik-metik tanımazlığı, hareketin de saflarını sıklaştırmasına ve hoyratlaşmasına yol açar ve nihayet, yıkımın hem zamanın hem insan kaynağının sınırlılığı (hatta genellikle neredeyse aşırı sınırlılığı) nedeniyle hızla gerçekleştirilmek zorunda olması, hareketin de sabrının sınırında salınmasına sebep olur. Yeni hareketin “mazereti vardır, asabidir o.” Ve savaş başlar. Nasıl aslında “kirli savaş” diye bir şey yoksa, savaş bizatihi kirli bir şeyse, savaşanı illa ki kirletirse, bu savaşta da hijyen hak getirecektir. Savaşın sonucunda ise, yeni düşüncenin bedenindeki çıban, savaşın kiri pasıyla artık enfekte olmuştur; artık bir “yara”dır. Yeni düşünceyi topraklamak adına “en sonuncu kavga”ya giren (ki en sonuncu olmayan kavgayı tarih yazmamıştır) “gazi” hareket, kurduğu “yeni düzen”e ve “yeni insan”a yarasını ister istemez bulaştırmıştır. Bu da yeni düşüncenin doğum lekesinden yeni düzenin doğum lekesine geçişin hikayesi olacaktır.

Aydınlanma düşüncesinin “eski düşünce”nin mekânına yaptığı ilk baskın, ilk “putları yıkıyoruz” kampanyası, eski düşüncenin façasının bozulmasını sağlarken, diğer yandan ise “eski dünya”nın kılcal damarlarında akan bütün yaratıcı hücrelere de ağır hasar vermek durumunda kalacaktır. Dahası var: Aydınlanma düşüncesinin eski düşünceye dönük hasımlığı, o düşünceyle aynı dünyayı paylaşmaktan başka günahı olmayan göz alabildiğine çeşitliliği ve mikrokozmozuyla bütün bir alemin yıkım çağrısına yol açmış, Aydınlanma’yı topraklayan hareket ise bu çağrıyla, elde kazma kürek yıkıma girişmiştir. Aydınlanmacı hareket (özelde en karakteristik örneği olan Fransız Devrimi) eski evi yıkarken, o eski evde yaşamak zorunda olanlara ve ev sahibinin bütün berbatlığına rağmen o evi halen içinde barınılabilir kılanlara bir tahliye tebligatı bile yollamamıştır. Nihayet eski ev yıkılmış, bütün zenginliğiyle bir eski dünya göçük altında kalmıştır. Sonuç, bir Pirus Zaferi’dir.

İkincisi, örgütlü-kötü’yü haşat ve derdest edip kurulu-kötü’yü yıkacak ve de kurulu-iyi’yi inşa edecek olan Örgütlü-İyi’nin doğuşudur. Son derece yaralı doğmuş olan Örgütlü-İyi, yeni düzeni kurmak arzusundadır ve bununla mükelleftir. Yaralıdır çünkü sıyrılıp gelmiştir. Varlığını halen sürdürüyor olması bile dile kolay olandır. Mağrurdur ve mağrur olmakta son derece haklıdır. Başına açılacak ve insanların başlarına açacağı büyük bela, tam da mağrurluktan kaynaklanacaktır. Aydınlanma düşüncesinin temel iddiası, bütün öznelliklerden muaf bir aklın inşa edilmesinin olanaklılığıdır. Bunda aşırı ve salak saçma öznelliklerle nefes alınmayan bir dünyada yaşıyor olmanın payı kocamandır. Aydınlanma düşüncesini topraklayan Aydınlanma hareketinin temel iddiası ise, Aydınlanma öncesindeki her şeyin yalan hikâye olduğudur. Bunda aşırı ve salak saçma öznelliklerle nefes alınmayan bir dünyada, bu dünyanın devam etmesini isteyenlerin son derece örgütlü-kötü olmasının payı kocamandır. Ama bükülen çubuk, gözümüze girmiştir.

Hiyerarşi öyle lanet bir şeydir ki, Şirinler terminolojisiyle konuşursak, bir şeyi hiyerarkladığınızda, artık başka herhangi bir şeyin hiyerarklanmasının önünü açmış olurunuz. Bu anlamda, bir kere akla dayanan, akil-olan ile akla dayanmayan, akil-olmayan (batıl, kör, eksik, yabancı olan) arasında hiyerarşik bir ayrıma gittiğinizde, akıllar arasında da hiyerarşik bir ayrıma gitmek an meselesidir. An gelir, gidilir. Nesnelliğe dönük itikadın atladığı en önemli şey, maddi dünyanın nesnel bilgisinin her zaman ve her yerde öznellik süzgecinden geçmeksizin edinilemeyeceğidir. Sizin “nesnel” olduğunu iddia ettiğiniz bir yargı, her şeyden önce sizin öznelliğinizde demlenir, öznelliğinizden süzülür. Hele ki sayısız öznelliğin sibernetik biçimde devindiği bir toplumsal alemse söz konusu olan, nesnellik iddiası, bir cahil cesaretinden fazlası olmayacaktır. Özetle, nesnellik diye bir şey yoktur. Aydınlanma düşüncesinin sorunu, bu anlamda, son derece varoluşsaldır. Nihayet, hikayenin biraz daha karmaşık hale geldiği yer de burasıdır. Mutlak nesnel bilgiye –en azından mevcut araçlarımızla, zihinsel ve teknolojik düzeyimizle vb.– ulaşamayacak olmamız, kendimizi uçsuz bucaksız ve çoğu zaman muazzam saçmalıklar üreten bir öznellikler alemine bırakmamızı mı gerektiriyor? Allah yazdıysa bozsun. Aydınlanma, hem devrim hem karşı-devrim olandır. Devrimi, “eski egemenlik mefhumu”na, karşı-devrimi ise yeryüzünün lanetlilerine karşı yapmıştır. Egemenliği yeryüzüne indirip dünyevi kılarken, egemenliğin nesnesini, yani “ahali”yi değiştirmemiş, sadece yeni iktidar teknolojileri ihdas etmiştir.

Şimdilik nokta.

Dipnot:

[1] Şiirin orijinali şudur:

Elephant in the Room – Terry Kettering

There’s an elephant in the room.
It is large and squatting, so it is hard to get around it.
Yet we squeeze by with, “How are you?” and “I’m fine,” and a thousand other forms of trivial chatter.
We talk about the weather.
We talk about work.
We talk about everything else, except the elephant in the room.
There’s an elephant in the room.
We all know it’s there.
We are thinking about the elephant as we talk together.
It is constantly on our minds.
For, you see, it is a very large elephant.
It has hurt us all.
But we don’t talk about the elephant in the room.
Oh, please say his (her) name.
Oh, please say his (her) name again.
Oh, please, let’s talk about the elephant in the room.
For if we talk about his (her) death, perhaps we can talk about his (her) life.
Can I say his (her) name to you and not have you look away?
For if I cannot, then you are leaving me…. alone…. in a room…. with an elephant.

Gönder gitsin