“bizim” tarihimiz ve “onların” tarihi // chris dadallı
“Bizim” tarihimizi yazmak, bir yanıyla ve ilk olarak “onların” tarihinden kurtulmak anlamına geliyorken, diğer yandan ve daha önemli olarak ise gündelik hayat dâhilindeki etkinliklerimizin ne tür sonuçlara yol açtığını bilmek, yaptığımız hataları yeniden yapmamak ve geçmişin bütün çiçeklerinin kokusunu duyabilmek anlamına da geliyor.
Bir adam karanlıkta durmuş, devasa şantiyenin hendek ve çukurlarını eşeliyordu. Bu adam, Liverpool Limanı’nda güçlülüğü ve dürüstlüğüyle tanınmış bir ustabaşıydı. 1904 yazının ılık bir gecesiydi. Ertesi gün şehrin büyük iş çevresi burada toplanarak Kralın yeni Anglikan kilisesinin temelini atmasını izleyecekti. Tarih, bu törenin görkemini tüm ayrıntılarıyla şanlı sayfalarına kaydedecek, fakat bu gece burada yaşananları yazmayacaktı.
Şantiyedeki bir işçinin yol gösterdiği liman işçisi, bir çukur kazıp temel taşının tam altına teneke bir zaman kapsülü yerleştirdi. Kapsülde, isimsiz işçi gazetelerinden makaleler ile kendi kendisini yetiştirmiş bir işçinin süslü bir yazı ve dille kaleme aldığı notlar vardı. Kağıtta şöyle yazıyordu:
“Bu notu bulanlara selam olsun! Bizlerden, bu katedralin inşaatında çalışan ve işsiz bir marangoza tapınan ücretli kölelerden size selam! Buranın birkaç adım ötesinde, insanlar domuzların bile barınamayacağı barakalarda yaşıyor. Helâl bir kağıdın üzerine helal bir mürekkeple yazılmış bu not, bugün nasıl da tekellerin insafına kaldığımızı size göstermek içindir…”
**
Nereden başlamalı? Hikaye meşhurdur, Troçki anlatır. Lenin’in yanına Londra’ya gittiğinde, Lenin ona bir yandan şehri gezdirir, bir yandan da bir tür mihmandarlık yapar, “bu onların Big Ben’i, bu onların meclis binası” diye anlatımını sürdürür. Troçki, Lenin’in bu tarihi ortasından ikiye yaran konuşması karşısında şaşırdığını belirtir. İşe sanırım tam da buradan başlamak gerekir: Bizim tarihimiz ve onların tarihi! Biz kendimizi ayırmadan kendimize ait tarihimizi de yazamayacağımız gün gibi ortadadır. Peki, biz kimiz? Yanıtı “Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek” kitabının yazarı Paul Mason’dan almak gerekiyor: kahramanları ve destanları kaybolmuş isyankâr işçiler, toprakları için savaşarak kitleler halinde katledilen köylüler, plantasyonlarda günde 18 saat çalışarak henüz bıyıkları terlemeden ölen köleler, dünyanın dört bir yanındaki Somalili, Kürt ya da Brezilyalı göçmen temizlikçi kadınlar, fuhuşa zorlanan çocuklar…
Kendi tarihimizin hala çok uzağındayız! Sabah karga bokunu yemeden otobüs camlarına kafasını dayamış uyuyan erkek ve kadın emekçileriz, okul harçlığımızı çıkarmak için iki kuruşa kafelerde barlarda çalışan öğrencileriz, taşeron işçileriz, çorap atölyesinde güneş görmeden çalışan kadınlarız ama yine de kendi tarihimizi yazabilmenin çok uzağındayız, bırakalım onu, yüzyıllardan süzülen destansı direnişlerimizi bile hatırlamıyoruz. Mason’un dediği gibi, bugün Londra’daki göçmen işçilerin, kendilerinden 100 yıl önce aynı şehirde benzer koşullarda yaşayan ve savaşlarını vererek galip gelen İrlandalı ve Yahudi göçmenlerden haberleri bile yok. Arundhati Roy’un Küçük Şeylerin Tanrısı’nda anlattığı Tarih Evi’ne ne kadar da benziyor tarihimiz.
“Chacko çocuklara, kendisi bundan ne kadar nefret etse de hepsinin de Anglofil olduğunu açıkladı. Anglofillerden oluşan bir aileydiler. Yanlış yöne götürülmüşler, kendi tarihlerinin dışında kapana kısılmışlardı; ayak izleri silindiğinden onları izleyip geriye dönemiyorlardı. Çocuklara, Tarih’in, gecenin içindeki eski bir ev gibi olduğunu söyledi. Bütün ışıkları yanan. İçinde ataların fısıldaştığı. “Tarihi anlamak için” dedi Chacko, “içeri girip konuşmalarına kulak vermeliyiz. Kitaplara ve duvardaki fotoğraflara bakmalıyız. Kokuları koklamalıyız” (…) “Ama içeri giremeyiz” diye açıkladı Chacko, “çünkü kapılar kilitli. Pencerelerden içeri baktığımızda gölgelerden başka bir şey göremeyiz. Dinlemeye çalıştığımızda bir fısıltıdan başka bir şey gelmez kulağımıza. Bu fısıltıyı da anlayamayız, çünkü zihinlerimizi bir savaş doldurmuştur. Kazandığımız ve yitirdiğimiz bir savaş. Savaşların en kötüsü. Düşleri ele geçiren ve onları yeniden gören bir savaş. Bizi fethedenlere hayran olmamıza ve kendimizi hakir görmemize yol açan bir savaş”. (…) “Biz savaş tutsaklarıyız” dedi. “Düşlerimiz hadım edildi. Hiçbir yere ait değiliz. Demir almış, dalgalı denizlere yelken açmışız. Hiçbir kıyıya çıkmamıza izin verilmeyebilir. Kederlerimiz asla yeteri kadar üzüntü vermeyebilir, sevinçlerimiz asla yeteri kadar mutluluk vermeyebilir, düşlerimiz yeteri kadar büyük olmayabilir, hayatlarımız da asla yeteri kadar önemli olmayabilir. Hiç önemli olmayabilir.” (…) “Akranları başka şeyler öğrenirken Estha ve Rahel, Tarih’in kendi koşullarını nasıl tartıştığını ve yasalarına karşı gelenleri nasıl cezalandırdığını öğrendiler. Onun tiksindirici tok sesini duydular. Kokusunu koklayıp asla unutmadılar. Tarih’in kokusu. Tıpkı rüzgârla gelen bayat gül kokusu gibi. Sıradan şeylerin içinde sonsuza dek gizlenecekti. Elbise askılarında. Domateslerde. Yoldaki asfaltta. Bazı renklerde. Bir lokantadaki tabaklarda. Sözcüklerin yokluğunda. Ve gözlerdeki boşlukta.”
**
Öte yandan “aşağıdan tarih yazımı” dendiğinde akla gelen birkaç ekole de değinmek gerekiyor. Bu ekoller, Annales Okulu, Past&Present Dergisi ve Madun Çalışmaları’dır.
Marc Bloch ve Lucien Febvre’nin 1929 yılında kurdukları Annales Okulu, “aşağıdan tarih yazımı” açısından kritik bir eşiği ifade ediyordu. Tarihin mekanik ve yukarıdan yazımına en ciddi meydan okumalardan biri olan Annales Okulu, tarih yazımına sosyoloji, sosyal psikoloji ve antropolojiyi de dahil ederek “mentalités” dedikleri “çağın zihniyeti”ne odaklanmaya çalışıyordu. Yaşanan gerçekliklerin yanı sıra, bu gerçekliğin toplumsal algısının da önemine vurgu yapan ekol, günümüze kadar dört nesil yetiştirdi.
Benzer şekilde İngiltere Komünist Partisi üyesi tarihçilerin 1946 yılında kurduğu Komünist Parti Tarihçiler Grubu tarafından 1952 yılında çıkarılmaya başlanan Past&Present dergisi de aşağıdan tarih yazımı konusunda önemli katkılarda bulundu. Hill, Hilton ve Hobsbawn gibi tarihçilerin çalışmaları, alt sınıfların tarihinin yeniden yazılmasına ve işçi sınıfının kendini gündelik hayattaki mücadele kurma biçimlerinin keşfedilmesine olanak sağlamaya çalıştı.
1982 yılında isinde ise bu sefer Ranajit Guha’nın başını çektiği “Madun Çalışmaları (Subaltern Studies)” antolojileri yayınlanmaya başladı. Madun Çalışmaları kendisini öncelikle Avrupa/Batı-merkezli ve devlet merkezli aşamacı tarih tezleriyle hesaplaşmaya vakfediyordu. Hegel’in bir halkın bir tarihe sahip olabilmesi için son kertede “burjuva-demokratik bir devlet modeli”ne sahip olması ve aksi takdirde tarih öncesinde olduğu yerde sayması olarak tercüme edilebilecek dünya-tarihine yönelik tezlerine yükselen itirazıyla Guha, Dünya-Tarihin Sınırında Tarih kitabında Gramsci’den ödünç aldığı “madun” (subaltern-subordinated) kavramıyla tanımladığı tarihsiz yığınların yok sayılan tarihlerinin yeniden yazılması ve sömürgeci tarih yazımıyla hesaplaşılması çağrısında bulunuyordu.
Bu ekollerin verdiği eserler ve yarattıkları dinamizm sayesinde tarih disiplini, “toplumsal tarih” başlığı altına düşen yeni metodolojiler ve yeni çalışma nesneleri ile oldukça köklü bir dönüşüme uğradı. Nüfus, şehir, aile, kadın, sınıflar, spor ve psiko-biyografi gibi konular, geleneksel tarih konularından yeni metodolojik yaklaşımlar devşirdiler: Ekonomiden “ekonometri”, demografiden “ailenin yeniden kuruluşu yöntemi”, antropolojiden “derin yorumlama”, siyaset biliminden “oy analizi”, sosyolojiden “sınıf ve anket analizleri” ve psikolojiden “psikanaliz”.
**
Johan Huizinga, Ortaçağın Günbatımı adlı eserinin girişinde “Orta Çağ”ın ne demek olduğunu şu şekilde açıklar:
“Dönelmemeler dünya tarihinin nesnel olarak algılanabilen güç hatlarına göre değil, egemen olan veya egemen olduğunu iddia eden bir kültürün, kendi tarihini, tarihinden algıladığını, dünya tarihinin tamamı saymasından kaynaklanan bir ruh halinin ve kavrama eksikliğinin ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Orta Çağ da böylesine bir zihniyetin ürünüdür”
Huizinga devamla düşüncesini açarken, insanların tarih karşısındaki tapınma meraklarının, kusurların, hataların bir ilk nedeninin bulunacağı bir yere olduğu kadar, her türlü istenmeyen unsurun da sürgüne gönderileceği bir menfaya duyduğu ihtiyacın “Orta Çağ” kavramını şekillendirdiğini öne sürmüştür. “Karanlık Orta Çağ” imgesinin Batı kültürünün ve uygarlığının başlıca kendini arındırma aracı haline geldiğini belirten Huizinga, daha sonra “Orta Çağ”ın Antikite ile Rönesans’ın “ortasında” olduğunun, oysa Avrupa hariç dünyanın geri kalanının ne Antikiteyi ne de Rönesans’ı yaşamış olduklarının altını çizer.
Burada tarih yazımına ilişkin yürütmekte olduğumuz tartışmadan bir başka temel aks daha belirlemiş gibi görünüyoruz. Egemen tarih yazımına yönelik itirazlardan ilki, bu tarihin doğrudan “büyük adamların” ve “büyük olayların” tarihi olduğuydu, oysa tarihin örtüsü altında kaynayan, bu amorf bütünlüğe yön veren kitlelerin hareketliliğiydi tarihi yapan. İkincisi ise, Huizinga’nın da bahsettiği üzere tarihin Batı merkezli kurgulanmasıdır. Latin Amerika’nın sömürgeciler tarafından yazılmış tarihini altüst ederek tarihsizliğe mahkûm edilmiş milyonlarca insanı Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nda bir kez daha kanlı canlı şekilde tarih sahnesine çıkartan Eduardo Galeano’nun, “gerçeğin ne olduğuna bakmadan onu değiştirmenin sihirli bir formülü yok. Bir şeyi değiştirmek içinse önce ne olduğunu görmek gerekiyor. Buradaki sorun da bu. Onu göremiyoruz, kendimize körüz çünkü kendimize başkalarının gözüyle bakmaya şartlandırılmışız” sözleri de bunu ifade ediyordu.
**
Peki ne yapmalı? Öncelikle Edward Thompson’ın Althusser’e karşı bir polemik olarak kaleme aldığı The Poverty of Theory (Teorinin Sefaleti) kitabındaki “teoriden kaçış” tuzağına düşmemek gerekiyor. Niceliksel bir metodoloji dahilinde salt olgulardan hareket eden ve kavramsal parametreleri, eğilimleri ve yasallıkları göz ardı eden bir tarih yazımı, aşağıdan bile olsa önemli eksiklikleri bağrında taşıyacaktır. Bu anlamda İngiliz Marksist tarihçilerin yarattığı Past&Present geleneğinin, tarihi belirli bir kuramsal çerçeveyi de kararak kurma yönünde ciddi katkıları vardır. Yazı dâhilinde değindiğimiz Annales Okulu ve Madun Çalışmaları’yla birlikte bu üç ekolün birbirinin eksikleri gedikleri üzerine kurdukları farklı tarih yazımı biçimlerinin bir arada ele alınması özellikle kritiktir.
“Bizim” tarihimizi yazmak, bir yanıyla ve ilk olarak “onların” tarihinden kurtulmak anlamına geliyorken, diğer yandan ve daha önemli olarak ise gündelik hayat dâhilindeki etkinliklerimizin ne tür sonuçlara yol açtığını bilmek, yaptığımız hataları yeniden yapmamak ve geçmişin bütün çiçeklerinin kokusunu duyabilmek anlamına da geliyor.
Nihayet Hegel’in Dünya Tarihi Felsefesi Üzerine Dersler’deki “Hindistan’ın hem kadim dinsel kitapları ve harika şiir yapıtları hem de antik hukuk kitapları vardır fakat hâlâ bir tarihi yoktur” sözlerine Hintli şair Rabindranath Tagore’un şu sözleriyle yanıt vermek gerekiyor: “Birer yaratıcı olarak insanları çağlar boyunca uzun uzun didinmeye sevk etmiş olan şey, kendilerini ifade etme arzusudur. Yaratıcı olarak insanın, tarihin ötesinde uzanan ve insan ruhunun merkezinde duran Magnum’a doğru yönlendirdiği tarihe dikkat çekmeyi deneyin sadece.”