kaptan cook cennet adaları’nda // k. smille ve m. g. kenny
Küreselleşme, bugünlerde moda ve bir ölçüde de yanıltıcı bir sözcüktür. Bu türden süreçler, çok eski zamanlara uzanırlar ve sadece bilgi teknolojisi, taşeronlaşma ve küresel kapitalizmin hüküm sürdüğü çağımıza ait bir özellik değildirler. Kolomb altın peşindeydi ve büsbütün kullanışsız olmasına rağmen yine de uluslararası düzeyde kabul edilmiş bir mübadele aracı olarak büyük simgesel değeri -halen- var olan altının aranması, batı Avrupalı yayılmanın arkasındaki itici güçlerden de biriydi.
“Küreselleşme, bugünlerde moda ve bir ölçüde de yanıltıcı bir sözcüktür. Bu türden süreçler, çok eski zamanlara uzanırlar ve sadece bilgi teknolojisi, taşeronlaşma ve küresel kapitalizmin hüküm sürdüğü çağımıza ait bir özellik değildirler. Kolomb altın peşindeydi ve büsbütün kullanışsız olmasına rağmen yine de uluslararası düzeyde kabul edilmiş bir mübadele aracı olarak büyük simgesel değeri -halen- var olan altının aranması, batı Avrupalı yayılmanın arkasındaki itici güçlerden de biriydi.”
**
1778’de Kraliyet Donanması’ndan Kaptan James Cook, üçüncü Pasifik seferinde beklenmedik bir şekilde Hawaii Adaları’yla karşılaştı.
Cook’un ilk iki seferine (1768-71; 1772-75) on yedinci yüzyılda doğa bilgisinin ilerlemesini teşvik etmek için kurulmuş olan Kraliyet Cemiyeti sponsor olmuştu. Bu yolculuklar Cook’u meşhur biri haline getirdi; öte yandan bu yolculukların ikincil ürünü ise Britanya İmparatorluğu’nu Avustralya’ya ve Yeni Zelanda’ya yaymak olacaktı. Üçüncü sefer ise kullanışlı bir kuzeybatı geçidinin hayata geçirilip geçirilemeyeceğiydi: Kuzey Kanada’dan Atlantik Okyanusu ve Avrupa’ya buzların bulunmadığı bir deniz rotası. Şimdiyse, başta bölgede kürk ticaretini büyütme arayışında olan Hudson’un Bay Company’si olmak üzere ticari çıkarlar da işin içindeydi.
19 Ocak Pazartesi günü, Cook’un Azim ve Keşif adlı gemileri, Tahiti yönünde ilerlerken Hawaii’de karayı gördü. Asıl hedef, Kuzey Amerika’nın kuzeybatı kıyıları ve Bering Boğazı’ydı. Hawaii hattını bulma ise tamamen sürpriz olacaktı; her ne kadar İspanyollar uzun yıllardır Pasifik’ten Meksika’ya ve Filipinler’e yelken açıyor olsa da, hiçbir Avrupalı bu kadar kuzeye gidememişti. Hiç kimse, hatta yakındaki Tahiti’deki ve kuzeye doğru uzanan diğer Polinezya Adaları’ndaki halklar bile Hawaiililerden haberdar değildi; Hawaiililer de diğer halklardan habersizdi ve yüzyıllardan bu yana dışarıyla hiçbir temasları olmaması muhtemeldi (Beaglehole 1974: 574). Cook ilk olarak Oahu adasını gördü fakat rüzgar onların karaya çıkmasını engelledi; bu yüzden onlar da rotalarını Kaua’i’nin kuzey kıyısına doğru çevirdiler:
Karşımızdaki topraklarda yaşayanların olup olmadığı hakkında kuşkuya düştüğümüz anda, bu kuşku, Gemimize doğru sahilden birkaç kanonun gelmesini görmemizle açıklığa kavuştu.
Her bir kanoda üç ya da dört adam vardı ve onların yakın zaman önce ziyaret ettiğimiz Otahiete ve diğer adaların sakinleri olarak aynı Ulustan olduklarını anlayınca şaşırdık. […] Yerlileri daha önce bir geminin girişindeki kadar hayrete düşmüş şekilde görmemiştim, gözleri sürekli nesneleri tarıyordu, bakışlarındaki ve hareketlerindeki vahşilik karşılarındaki çeşitli nesnelere dönük büyük şaşkınlığı her anlamda ifade ediyordu ve daha önce hiç bir gemiye binmemiş olduklarını belli ediyordu. (Cook 1967: 263-64)
Ardından Cook, bugün heykelinin bulunduğu Waimea kentinin yakınlarında karaya ayak bastı. Hawaiilileri oldukça misafirperver ve bir parça demir karşılığında herhangi bir şeyi takas etmeye hazır halde bulacaktı: “Kıyıya sıçrayarak ayağımı bastığım anda hepsi yüzlerinin üzerine kapandı ve ben onlara kalkmalarını işaret edene kadar da o durumda kaldılar… Bu, daha sonra anladığım kadarıyla, onların büyük şeflerine karşı yaptıkları hareketti.” (Cook 1967: 269). Cook burada halihazırda diğer Polinezya adalarındakilerden aşina olduğu tarzda hiyerarşik bir toplumla karşılaştı (1967: 284). Dile ve kültüre dair pek çok benzerliği kaydeden Cook, kendi kendine şöyle soruyordu: “Bu Milletin bu Büyük okyanusu aşarak yayılmasının nedenlerini nasıl açıklayacağız? Onları güneyde Yeni Zelanda’dan kuzeyde bu adalar, Paskalya Adası’ndan Hebridler’e; 60° enlem … ve 83° boylam kapsamında bulduk … ve daha ne kadar alanda bulunduklarını da bilmiyoruz” (1967: 279).
James Cook, diğer şeylerin yanı sıra dini pratik açısından da keskin bir göze sahip titiz bir gözlemciydi:
Bütün Köylerde bir ya da daha fazla kutsal nesneyle karşılaştık. Bunun, Otaheite’dekilere pek çok açıdan benzeyen bir heiau* olduğu ortaya çıktı. Buradaki bir metrekareden biraz geniş ve yaklaşık beş metre uzunluğundaydı, dört tarafı küçük çıtalar ve dallarla çevrilmişti. Her bir tarafında … kabaca oyulmuş tahta panolar yükseliyordu. Buranın hemen bitişiğinde küçük kare alanlar bulunuyordu; burada toprakta küçük çukurlar vardı ve etrafı taşlarla çevrilmişti; bunların mezar olduğunu fark ettik. Heiau’nun ortasında, bize üç şefin gömülü olduğunun söylendiği bir sıra halinde üç mezar bulunuyordu; bunların önünde de dikdörtgen bir alan vardı ki bize açıkça her bir şefin cenazesinde kurban edilen üç kişinin burada gömülü olduğunu anlattılar … bunu tabu olarak adlandırıyorlardı. (1967: 270)
Yakında bulunan bir yapıda iki tanrıça heykeli vardı ve bütün mekân bir tabu halesiyle çevrilmişti: “kutsal, tehlikeli, her şeyden ayrı” – tabu, ilk kez 1777 yılında bizzat Kaptan Cook eliyle kayda geçirilerek İngiliz diline Polinezyalılar tarafından sokulmuş bir terimdir. Britanyalılar, Cook’un Kasım 1778’de kuzey Pasifik’ten dönüşünde Hawaii’nin Büyük Ada’sında bir tanrı gibi karşılanmasıyla açığa çıktığı üzere, karmaşık bir simgesel mit ve ritüel dünyasına rastlamışlardı.
Bu süre içerisinde olanlar ise kendi başına ayrı bir hikayedir. Azim ve Keşif gemileri Kaua’i’den, Hawaiililerle takaslarının sonucunda bol bol içme suyu ve yiyecek ile dolu halde yola çıktı. Gemiler, bugünkü Washington eyaleti ile Britanya Kolombiyası’ndaki Vancouver Adası arasındaki Juan de Fuca Boğazı yakınlarındaki Kuzey Amerika sahiline ulaştı. Cook boğazın girişini kaçırdı ve Ada’nın batı sahilinden, yerel ahaliyle yoğun etkileşime girecekleri Nootka Koyu’na yelken açtı. Nootka Koyu’ndaki -bugün kendilerine Nuu-chah-nultb (dağların ve denizin kıyısındakiler) diyen- halk, tahta evlerde yaşıyor ve çoğunlukla deniz ürünleriyle geçiniyordu ve aynı zamanda metal elde etmeye dönük şiddetli bir ilgisi vardı.
Cook ve ekibi daha sonra Aleut Adaları’nın arasından geçti ve Kutup’taki buzlu denizden doğru Bering Denizi’ni dolandı. Yerel halklarla ve Sibirya tarafında Ruslarla yaşadıkları pek çok karşılaşmanın ardından, Cook, kış gelmeden Hawaii’ye yöneldi. İstikamet bu sefer, Britanyalıların tepeleri karla kaplı dağlar bularak (Manua Loa, 4.169 metre; Manua Kea, 4.205 metre) hayrete düşecekleri Büyük Ada’ydı. Sonraki yaşananlar, Hawaiililerin James Cook’u nasıl karşıladığına ilişkin bazı soruları açığa çıkarmaktadır. Cook’un günlükleri bu noktada boşluklar içermektedir fakat bu boşluklar Cook’un yanındaki yetkililerin yazdıklarıyla, bu vakada da Azim gemisinden Teğmen James King’inkilerle doldurulmuştur. Cook, ondan bir törene katılmasını isteyecek olan önde gelen yerlilerle bir dereceye kadar dostane bir ilişki kurmuştur:
Sahile ayak bastık ve bizi, uçlarına köpek kürkleri takılı değnekler taşıyan ve içinde sürekli “Erono” kelimesi geçen bir cümleyi tekrarlayan 3 ya da 4 kişi tarafından karşılandık; “Erono”, Kaptan’ın bir süredir Yerliler tarafından ayırt edildiği isimdi. Bu sahilin [kuzey] ucunda bir Köy vardı, diğer ucunda ise dikdörtgen bir Taş yığını bulunuyordu. Bir Hindistan cevizi ağacı korusuyla Sahili taş bir duvar ayırıyordu; o sırada sahilde bahsettiğim yerlilerin dışında kimsecikler yoktu fakat hemen yakındaki kulübelerin etrafında Yerlilerin, [Kaua’i’ye] ilk Ziyaretimizde olduğu gibi yere kapandıklarını gördük. Taş yığınının üzerine çıkarıldık…
Etrafta her birinin ucuna birer kafatası takılmış kazıklar vardı; anlattıkları ve anlayabildiğimiz kadarıyla bunlar yerlilerin bazı şeflerinin ölümünden sorumlu olan [Maui] yerlilerine aitti … Yarı daire şeklinde düzenlenmiş 12 Figür vardı ve bu figürlere karşıdan bakan konumda, bir yükseltinin üzerine konmuş bir çürümüş büyük domuz duruyordu.
Bir tarafımızda iki tahtadan Figür vardı; Kaptan bunların arasında oturuyordu … Ben de bu sırada bir diğer yere oturdum. [Rahip] çok hızlı biçimde bazı sözleri ya da duaları tekrarlıyordu, diğerleri ise buna yanıt veriyordu … en sonunda sadece iki ya da üç sözcüğü tekrarladı ve Kalabalık yanıt olarak “Erono” sözcüğünü tekrarladı. (Cook 1967: 505-6)
Ritüel bir süre devam etti. Teğmen ve Kaptan, çürümüş domuzdan birkaç parça yemeye zorlandı. Teğmen King, “amacını ve Anlamını ancak tahmin edebileceği bu uzun ve yorucu, kendi adlarına fazlasıyla saygıdeğer ve bize sunabilecekleri bütün yardımı taahhüt eden törene” çok şaşırmıştı. (1967: 506-7).
Burada, bu kitap boyunca bizi ilgilendiren antropolojik bir meseleyle karşı karşıyayız: Anlam ve yorum meselesi. Bu türden bir ritüel nasıl anlaşılır? “Tabu” gibi kavramların doğası nedir? “Erono” kimdir veya nedir ve neden Kaptan Cook Hawaiililerin gözünde bununla ilişkilendirilmiştir? Bütün bunlar ne anlama geliyordu? Antropologlar ve tarihçiler, bütün bunlara Polizenyalıların dini inançları ve pratikleri hakkında bildiklerinin ışığında bir anlam verebilmek için Teğmen King’inki gibi kayıtlara sürekli dönmektedir. Bu türden olayların anlamını çözmek için ne tür yöntemler kullanabiliriz? Açıktır ki kültürün bununla bir ilgisi vardır fakat “kültür”ün kendisi, bu türden olayları ve pratikleri açıklamak üzere işe koşulurken, nasıl anlaşılacak ve yorumlanacaktır? Cook’un biyografisinin yazarının da belirttiği üzere, “Cook’un bu adada neden bu türden bir olağandışı saygı kazanmak durumunda olduğunu … sormamız pek de anormal olmayabilir” (1967: 657). Ancak Kaua’i’de böyle olmamıştır.
Bu sorular, sonrasında yaşanan talihsiz olaylar düşünüldüğünde daha da anlam kazanmaktadır. Kaptan Cook’un bir tanrı gibi muamele görmesinin ardından, Azim ve Keşif gemileri adadan ayrıldı fakat gemi direklerinden birinin kırılması nedeniyle bir hafta içinde geri dönmek zorunda kaldı. Fakat bu sefer işler o kadar iyi gitmeyecekti. Cook, küçük bir kayığın çalınması nedeniyle yerli halkla bir tartışmaya girişti; o ve yanındakilerden bir kısmı kayığı geri almaya çalışırken öldürüldü. Cesedi adanın iç kısımlarına götürülerek parçalandı ve gemidekiler ancak birkaç parçayı geri alabildi. Kaptan Cook’tan geriye kalanlar bir tabuta kondu ve bir yerel şef tarafından daha fazla düşmanlıktan korunmak adına girilmez ilan edilerek bir tabu haline gelmiş Kealakekua Körfezi’nde suya bırakıldı. Teğmen King’in not düştüğü üzere, “artık tamamen onların dostu olduğumuz garantisini verdik ve Erono’nun gömülmesiyle meseleye dair bütün anılar da gömülmüş oldu.” (1967: 567).
Kaptan Cook için, meşhur Kona Sahili’ndeki Kailua kentinin güneyindeki Körfez’in kıyısında bir anıt dikildi. Hawaii’ye gelince, 1810’da bütün adalar Büyük Kamehameha tarafından tek bir krallık altında birleştirildi. 1893’te bu krallık, bir grup Amerikalı plantasyon sahibi ve tüccarın düzenlediği kanlı bir darbeyle yıkıldı. 1959’da Hawaii, resmen Amerikan Birliği’nin 50. eyaleti kabul edildi. Bugünlerde adalara seyahat ederseniz, nadiren de olsa yol kenarında dalgalanan ilk Hawaii bayraklarına denk gelebilirsiniz. Yerel halktan biri, bunun, adaların Amerika tarafından yasadışı işgalini protesto etmek ve krallığın yeniden hayata geçirilmesi için propaganda yapmak için yapıldığını anlatmıştı. Bunu söyleyen kişinin üzerinden tişörtte “Kaptan Cook’u halkım öldürdü” yazıyordu. Cook yıllar içinde “onun keşiflerini izleyen zamanlardaki sömürgeciliğin, mülksüzleştirmenin ve baskının simgelerinden biri” haline geldi. Radikal görüşlü bir kişinin söylediği üzere, “Cook’un ziyaretinin en iyi tarafı, onu öldürmüş olmamız … onurumuzu, bir başka şeytan olan beyaz adamın dünyasını defettiğimizi ilan ederek koruyabiliriz.” (Williams 2008: 170, 172).
Bu olayları, küreselleşmenin tarihindeki vakalar şeklinde de düşünebiliriz. Küreselleşme, bugünlerde moda ve bir ölçüde de yanıltıcı bir sözcüktür. Bu türden süreçler, çok eski zamanlara uzanırlar ve sadece bilgi teknolojisi, taşeronlaşma ve küresel kapitalizmin hüküm sürdüğü çağımıza ait bir özellik değildirler. Kolomb altın peşindeydi ve büsbütün kullanışsız olmasına rağmen yine de uluslararası düzeyde kabul edilmiş bir mübadele aracı olarak büyük simgesel değeri -halen- var olan altının aranması, batı Avrupalı yayılmanın arkasındaki itici güçlerden de biriydi. Kolomb’un keşifleri, özellikle biyolojik etkileri düşünüldüğünde, çok etkiliydi. Sık sık istilacı türlerin zararlı ekolojik etkisine dair şeyler duyarız. Fakat Yeni Dünya’nın yenilebilen bitkileri (yani, pek çoğunun yanı sıra beyaz patates, tatlı patates, manyok, domates, ananas, papaya, avokado ve biber türleri) olmasaydı ne olacağını hayal etmeye çalışın.
Bu akış aynı zamanda diğer yöne doğru da olacaktır. William Bligh’in, son talihsiz yolculukta Cook’un Azim adlı gemisinin kaptanı olması, ilginç bir not olarak düşülebilir. Bligh, sonraki kariyerinde, şeker plantasyonlarında çalışmak üzere getirilen Afrikalı kölelere gıda maddesi sağlamak için Pasifik adalarında yetişen ekmekağacı bitkisini Karayipler’e getirme göreviyle Bounty gemisine kaptanlık yapacaktı. Bölgenin yerli halkları, İspanyolların yol açtığı nüfus kırımının ardından kaçmıştı. Meşhur ayaklanmayı ve üstü açık bir tekneyle yapılan destansı bir yolculuğu takiben, Bligh bunu tekrar denedi ve bu sefer başarılı oldu; ekmekağacı, bugüne dek Karayipler’de önemli bir hasat olageldi. Ardından Bligh, Britanya’nın hükümlü nüfusunun gönderildiği yer olan Avustralya’daki Yeni Güney Galler sömürgesinin valisi olacaktı. Heykeli bugün Sydney Limanı’nın yanında bulunmaktadır. William Bligh, bir amiral olarak öldü ve Londra’nın güneyinde, Centerbury Başpiskoposu’nun sarayının yanında bulunan Bahçecilik Müzesi’nin avlusuna defnedildi.
çevirgen: soner torlak