kent hakkı: leylak ile bayrak’ın hikayesi // andy merrifield
leylak ile bayrak, metropollerimizin yolsuz politikacılar ve sahtekâr polisler, yolsuzlukları yasallaştırılmış olan dalavereci emlak şirketleri ve finansal kurumlar tarafından idare edildiğini bilmektedirler. kentsel oyunun kurallarının kendilerine karşı işlediğinin farkındadırlar. leylak ile bayrak’ın trajedisi, çok geç (ya da belki de çok erken) gelmiş olmanın trajedisidir.
Diyalektikçi Lefebvre, sıklıkla, kırsal bölgelerin kentleşmesinin aynı zamanda şehrin kırsallaşması olduğunu, gezegensel kentleşmenin şehir ile kırsal dünyaların tuhaf bir çarpışması ve gizli uzlaşması, tuhaf bir çapraşık başlılıklar karışımı ve içinde sıkışıp kalanlar için tuhaf bir varoluşsal şizofreni anlamına geldiğini dile getirmiştir. Bir anlamda bu aynı diyalektik ve ikilik, John Berger’in, şehir-kırsal sorunsalının kurgusal bir sergilenmesi olmakla birlikte muhtemelen bizler için de birkaç olguyu teşhir eden, şehrin bir tür kocakarı hikayesi olan Leylak ile Bayrak [Lilac and Flag, 1990] romanının da temelini oluşturmaktadır.
Berger’in, herkes gittikten sonra köyde kalmış yaşlı bir kadın olan anlatıcısı, şehre karşı temkinli birisidir. Ona göre, nihayetinde sadece iki tip insan bulunmaktadır: Köylüler ve köylülerden geçinenler. Yaşlı kadının hikayesi, otoyolların ve beton blokların, para değerinin ve dalaverenin, muazzam özgürlük ve zalim hapisliğin paradigmatik bir mega-şehri olan hayali Troy megapolünde ayakta kalmaya çalışan iki aşık Zsuzsa ile Sucus’un, namı diğer Leylak ile Bayrak’ın hikayesidir.
Sucus, kent çeperinde bulunan çok katlı binalardan birinin on dördüncü katında annesi ve babasıyla yaşamaktadır. Sucus’un babası olan Clement, neredeyse çocuk yaşta köyden gelmiş ve bütün hayatını istiridye açarak geçirmiştir. Bir gün Clement, televizyonunun alev almasıyla korkunç bir kaza geçirir; feci şekilde yanar ve bir hastane yatağında bu dünyadan göçüp gider. Clement her daim oğlunun bir iş bulup bulamayacağı endişesiyle yaşamıştır. Sucus babasına ölüm döşeğinde “bizim uydurduklarımız dışında hiç iş yok. Hiç iş yok. Hiç iş yok” der. Clement oğluna “Köye dön, benim yapmayı düşündüğüm şey buydu” diye cevap verir, “Son kez git ve dağları gör”.[1] Bir ayağı çukurda olan baba, Sucus’a, köylerini ya da annelerini hatırlamasını, bütün düşünmesi gerekenin bu olduğunu salık verir. Fakat Sucus’un nesli köyü bilmemektedir, dolayısıyla geri dönmesi mümkün değildir ve yine bu nesil kendisini, her ne kadar orada doğmuş olsa bile, bu yabancı şehirde de bulamamaktadır. Sucus’un nesli ne geriye dönebilmekte ne de ileriye gidebilmektedir: Ne geçmiş ne de gelecekle ilgili bir özlemi de yoktur. Bu arada anne babaları ile aynı boku yemeye de hazır değildirler. Beklentileri farklıdır. Ancak umutları da yoktur.
Sucus bir zamanlar semtin cezaevinin önünde kahve satmıştır ancak planlı bir hırsızlıkla birileri termosunu çalmıştır. Ardından bir inşaatta çalışmıştır. Burada da huysuz ustabaşını yumruklamış ve kovulmuştur. Aslında hayatta Sucus’un iki şeyi vardır: Esprileri ve kadını Zsuzsa. Fakat Zsuzsa’nın hayatı daha da beter gitmektedir ve Troy megapolünün gecekondu bölgelerinden biri olan Fare Tepesi’nde el yordamıyla yapılmış mavi bir barakada yaşamaktadır. Kardeşi Naisi’nin bir makineli tüfeği vardır ve pürüzsüz deri postallarıyla havalı görünmektedir, nihayet mahallenin uyuşturucu satan bıçkınlarıyla başı derttedir ve sonradan da polis tarafından vurulacaktır. (Naisi, “Bizler yasadışı doğduk ve ne yaparsak yapalım bir yasayı çiğneriz” demektedir.) Zsuzsa kaygısız bir avaredir, gündelik yaşayan ve kıt kanaat geçinen seksi bir çapkındır. Kelimeleri okuyamaz ancak sokaklardaki ve aynı zamanda insanların yüzlerindeki işaretlerin nasıl okunacağını bilmektedir. Zsuzsa, bir şarkıya atfen sevgilisi Sucus’a “Bayrak” demekte ve ondan kendisini “Leylak” olarak çağırmasını istemektedir.
Leylak ile Bayrak, namı diğer Budapeşte İstasyonu’nda trende uyuyan bir ensesi kalının cüzdanını çalarlar. Aralarındaki bütün geçimsizliğe rağmen bir arada durular ve ganimeti bir yüz yıl önce güzel günler görmüş olan eski bir otelde ateşli bir geceye harcarlar. Yine de bütün bu durumun ortasında, bir şekilde, en azından birisine yönelik bir tehdidin varlığını, Troy’un yeni yolcuları bekleyen tersane bölgesine bağlanmış büyük beyaz gemi enkazını hissederiz; ve bu ilahi batık sarayda cankurtaran kayıklarına gerek kalmamıştır çünkü artık hiç kimse tehlikede değildir.
Leylak ile Bayrak, ilk elden yaşadıkları tecrübelerinden, metropollerimizin yolsuz politikacılar ve sahtekâr polisler, yolsuzlukları hem aşikar hem de yasallaştırılmış olan dalavereci emlak şirketleri ve finansal kurumlar tarafından idare edildiğini bilmektedirler. Kentsel oyunun kurallarının kendilerine karşı işlediğinin farkındadırlar. Leylak ile Bayrak’ın trajedisi, çok geç (ya da belki de çok erken) gelmiş olmanın trajedisidir. Anne babaları şehre, fabrika işi gibi sabit işlerin halen edinilebileceği bir dönemde gelmiştir. Ancak bütün bu fabrikalar ya iflas etmiş ya da bölgeden ayrılmıştır. Berger, yerkürenin dört bir yanında milyonlarca köylünün ve küçük toprak sahibinin her yıl büyük tarım şirketleri ve tarımsal ihracat firmaları tarafından topraklarından edildiğini herkesten iyi bilmektedir; dolayısıyla, aynen “yedinci nesil” erkek ve kadınlar gibi, onlar da, giderlerini pek az karşılayabildikleri ya da anlayabildikleri yabancı bir habitata göçerek, giderek yok olan işleri aramak üzere şehre taşınmaktadırlar.
Bu neslin çocukları ise, artık eli yüzü düzgün bir işin kalmadığını, sadece güvencesiz, düşük ücretli çalışmanın ve şehrin bütün enformel katmanlarında aşırı çalıştırılan işçilerin olduğunun yeterince farkında biçimde, bu habitatı daha iyi bilmektedir: Geriye sadece biletçilik ve valelik, garsonluk ve barmenlik, temizlikçilik ve güvenlik görevliliği, inşaat işçiliği ve sokak çalgıcılığı, işportacılık ve dolandırıcılık kalmıştır. Berger’in Sucus’u, dünya piyasası sokağında sürtüp duran kendisiyle aynı adı taşıyan dünya üzerindeki milyonlarca kişi gibi, muhtemelen her şeye rağmen umudunu yitirmeyen, tetikte bekleyen gizil bir siyasal öznedir. Nihayet Sucus, hassas noktasına dokunacak bir şeyi, -dokunabildiği, koklayabildiği ve hissedebildiği- ufacık bir şeyi ve destansı, aynı zamanda dünya-tarihsel bir şeyi beklemektedir. Yani Sucus, her iki âlemi derhal bir kılacak, yaşanmış ile tarihsel olanı bir araya getirecek, Lefebvre’nin sözleriyle “birbirine ters işleyen” bir praksisin iki tarafını birbirine karıştıracak bir şeyi beklemektedir.[2]
[1] John Berger, Lilac and Flag: An Old Wives’ Tale of the City (Londra: Granta Books, 1990), 47.
[2] Terim Lefebvre’ye aittir; Bkz. La métaphilosophie (Paris: Editions de minuit, 1965), 77.
kaynak: andy merrifield; the politics of the encounter: urban theory and protest under planetary urbanization / çevirgen: soner torlak