kurucu iktidar ve ütopya // antonio negri
ütopya, her şeyden önce, aşırı gerçekçi bir şeydir. bir müşterek inşası ya da keşfi varsa, ütopya da var demektir. bir diğer ütopyacı başlık ise zenginliğin bölüşümünü nasıl etkin bir şeye, bir üretim biçimine dönüştürebileceğimizi dert edinmektir. ütopya, öznelliğin üretimiyle ilişkili biçimde gerçekliği üretmektedir.
Kurucu iktidar üzerine olan kitabım, İmparatorluk gibi kitaplarımın çok daha az ilgi gördüğü ve hatta ulus-devlet fikrine yatkın yurtsever eğilimlerin güçlü olduğu Sol’dan tepki aldığı Güney Amerika’da bir “klasik” haline geldi. Onlara en fazla hitap eden –ki Hugo Chavez ya da Evo Morales gibi kişilerden bahsediyorum- kitapta tartışmasını yürüttüğüm iktidarın kurucu boyutudur. Bahsi geçen kişiler bizim deneyimlerimize, kültürümüze yabancıdır ve bu da onlardan bahsetmeyi daha da önemli ve ilginç kılmaktadır. İşbu çoklukları -“kitleleri ya da “kalabalıkları” değil, yoksul bir toplumsal dokunun karmaşık bir ifadesini- kat eden kurucu süreçleri keşfetme düşüncesi, bu kişilere son derece hitap eden bir şeydir.
Buradan ütopya meselesine geçmek istiyorum. Ütopya, her şeyden önce, aşırı gerçekçi bir şeydir. Bir müşterek inşası ya da keşfi varsa, ütopya da var demektir. Buna örnek, daha önce de değindiğimiz favelaların sakinlerinin halihazırda yerleşik oldukları topraklar üzerinde mülkiyet haklarını vermek olabilecektir. Brezilya’da bilgisayarlara ve internete açık erişim sağlanmasına çalı şan oldukça somut hükümet projeleri çerçevesinde Gilberto Gil ile tanış olduk. Her ne kadar derhal görünür hale gelmeyecekse de, aynı süreçten bahsediyoruz. Bu iletişim ağları da bir tür favela, bir sanal faveladır. Ve aşırı derecede önemlidir.
Bir diğer ütopyacı başlık ise zenginliğin bölüşümünü nasıl etkin bir şeye, bir üretim biçimine dönüştürebileceğimizi dert edinmektir. Örneğin, Brezilya’da ve Fransa’da iktidara geldiğinizde, kendinizi yeniden bölüştürebileceğiniz bir zenginlikle karşı karşıya bulursunuz. Brezilya ya da Venezüella’da bu zenginlik, petrol geliridir ancak bunu yapmak yeni bir toplum yaratmayacaktır – tek yaptığınız para dağıtmak olacaktır! Burada sorun, bu kaynakların aktarılabileceği başka ortaklık biçimlerinin ihmal edilmesidir. Nedir bu biçimler? Örneğin kırsal topluluklar açısından, bu türden kaynaklar, halihazırda var olan ancak yetersiz veya sınırlı bi çimde işletilen okur-yazarlık girişimleri ya da istikrarlı ve sistemli bir tıbbi yardımın tesis edilmesini sağlayabilecektir. Venezüella’da bugün Küba’nın tıp fakültelerinde yetişmiş ve bazıları dünyanın en iyi doktorları olan otuz bin Kübalı doktor bulunmaktadır. Dünyadaki bütün STK’lar, tropikal hastalıklara ve tropik iklime bağlı diğer hastalıklara karşı hazırlıklı olabilmek adına Küba’ya gitmektedir. Kuşkusuz bütün bunlar çok önemlidir, ancak halen mekânlara ihtiyacımız vardır – bu bölgelere üniversiteler, hastaneler ve kültür merkezleri kurduğumuzda, insanların yaşamlarının değeri ekonomik dolaşıma doğrudan girdiğinde, denge tamamen değişmiş olacaktır. Ancak yine de ortada çözümlenemez olan bir mesele vardır: Doğrudan yardım şeklini almış olan muazzam yatırımlar, nasıl üretken ve dönüştürücü dinamikler haline getirilecektir? Burada Venezüella ile İran’daki durumları karşılaştırmak yararlı olabilir.
İran’da bir yandan aynı insanlar iktidarda kalmaya devam ederlerken, diğer yandan hayırseverliğe benzeyen bir yeniden bölüşüm tarzı uygulanmaya devam ediyor. Çünkü ruhban, hangi dinden olursa olsun, yine ruhbanlığını koruyor! Patronların bunlar olması nedeniyle de bu durumu değiştirmenin bir yolu yok. Venezüella’da ise, her ne kadar muhtemelen istediğini bir şekilde alacak olan, yani ABD’nin müdahalesi ve eski düzenin yeniden kurulması için çalışan bir oligarşi varsa da, iktidarda ruhban bulunmuyor. Ancak bugün, İran ile Venezüella arasındaki muazzam fark, İran’da mollalar, Machiavelli’nin deyişiyle “silahlara ve paraya sahip”ken, Venezüella’da silahı halkın elleri tutuyor. Bu, Venezüella’daki durumun yeni bir faşizm türüne ya da özellikle kötücül bir popülizme yol açmayacağı anlamına gelmiyor; ancak an itibariyle durum budur ve sürecin ucu açıktır. Bir diğer şey, İran’da, silahlar her ne kadar İslam Devrimi’ni sürdürmek adına iktidardakilerin elindeyse de, paranın bir ütopya gözetilmeksizin bölüştürülmesidir. Venezüella’da ise belirleyici unsur tam da budur – para, ütopya ile yüklüdür. Bu anlamda ütopya, öznelliğin üretimiyle ilişkili biçimde gerçekliği üretmektedir.
Nihayet 1963 yılında, o zamanki eşim ve ben, yazımızı, civarında otuz bin işçinin çalıştığı petro-kimya fabrikalarının bulunduğu bir köyde geçiriyorduk. İşçilere dönük bildiriler yazıp dağıtıyorduk. Bir gün işçiler “yarın iş bırakıyoruz” dediler ve ilan ettiler. Çok çok uzun zamandır bir fabrika greve gitmiyordu, daha önce hiç greve gitmemişlerdi. Ben bunun imkânsız olduğunu düşünüyordum. Öyle ki o sabah fabrikaya gitmek üzere yataktan kalkmadım bile. Ancak eşim kalktı ve bakmaya gitti, on beş dakika sonra geri döndü; yaşadığımız yer fabrikalara yürüme mesafesindeydi ve bütün işçilerin dışarıda olduğunu söyledi. İmkânsız! Hemen kalkıp bakmaya gittim ve herkesin korktuğunu gördüm. İlk defa greve çıkıyorlardı ve fabrika yönetiminin buna nasıl karşılık vereceğini bilmiyorlardı. Yaklaşık otuz fabrika bacası vardı ve birden gerçek bir “atom bombası” patladı… İşçilerin iş bırakmaları nedeniyle tahliye etmedikleri bütün gaz birikerek dehşetli bir patlamaya neden olmuştu. Şafak yeni söküyordu, saat sabahın altısıydı – İşte ütopya budur!
kaynak: e-flux / çevirgen: chris dadallı