ciddimevzu

olmaya devlet cihanda! ama nasıl? // mutlu sarar

devleti ortadan kaldırmaya dönük mücadelenin bir tarafı bu etik-politik duruşu sürekli biçimde korumayı gerektirirken, meselenin elimizi bulaştırmamız gereken “pis” tarafı ise bizi bu mücadeleyi bugünün koşulları dahilinde yürütecek pratik/pragmatik/politik araçları geliştirmeye zorluyor. bu araçların “pirüpak” olmadığını belirtmek realist bir kolaycılığı değil kuram ve pratik arasındaki açıyı bir yere kadar kapatabilecek araçların tarif edilmesine dönük bir cüreti işaret ediyor.       

Her daim tartışmalı bir kavram olan devlete dair analizlerimiz özellikle Marksist ve Anarşist ekollere mensup düşünürlerin geçtiğimiz yüz yıl içinde yaptıkları çalışmalarla elle tutulur yerlere varmış durumda. Kuşkusuz liberal ideolojinin hegemonyası, devlet tartışmasında öyle çok da yerle bir edilmiş değilse de, artık tutarlı bir teorik çerçeveden hareket etmek isteyen hiç kimse, devleti bir “sivil toplum alanındaki müdahalesinin sürekli biçimde zayıflatılması gereken zorunlu kötülük” olarak görmüyor.

Kapitalist devletin, insanlık tarihinin nihai uğrağı olmadığı aksine tarihsel ve tam da bu nedenle geçici bir ekonomik/toplumsal/siyasal örgütlenme formu olduğu bilgisini Marksizm’e borçluyuz. Öte yandan geçtiğimiz on yıllar, kapitalist devletin antropolojik/kültürel, ekonomik, siyasal ve tarihsel referansları ele alınarak kapsamlı biçimde incelenmesinin yolunu açan sayısız çalışmaya da şahit oldu.

Devlete dair yapılan analizlerin büyük kısmının meramının ise devletsiz yaşamamızın mümkün olup olmadığına dair tutkulu bir merakın izleri taşıdığını belirtmek gerekir. Devletsiz yaşamamız mümkün mü? Bunun antropoloji referanslı cevabı “evet”tir. Velev ki insanlar tarihin belirli bir döneminde devlet olmaksızın yaşabilmişlerdir, o halde insanlık tarihinin belirli bir döneminde doğan bu musibeti tarihin çöp sepetine göndermek de olasıdır. İşte bu afili önerme bizi şu oldukça sıkıntılı soruyu sormaya zorlamaktadır: Nasıl?

Devleti bir kurumlar bütünü olarak ele alan dar bakışların çoktan aşıldığını biliyoruz. Ha keza devlet, bir sınıfın sınıfsal tahakkümünü sürdürmek üzere örgütlediği bir doğrudan diktatörlük de değil. Devlet, egemen sınıf ile diğer toplumsal sınıfların uzlaşma-çatışma diyalektiği içinde her gün yeniden kurulan bir ilişkisellik.

Her şeyden önce devleti yok etmeye, yıkmaya ya da sönümlendirmeye dönük strateji ve taktiklerin farklı dönemlerde farklı biçimlerde formüle edilmesini gayet doğal kabul etmek gerekiyor. Nedeni basit: Devleti bu tür bir ilişkisellik olarak ele alamız halinde, toplumsal sınıfların bu neredeyse sibernetik ilişkilenme biçiminin sürekli biçimde farklılaştığını, belirli sürekliliklerle birlikte özel kopuşları da barındırdığını görmemiz gerekiyor. Bu anlamda Marx, Engels, Bakunin, Kropotkin, Lenin, Luxemburg, Gramsci, Althusser ve devlet üzerine yazmış çizmiş daha pek çok düşünürden bahsederken, onların görüşlerinin de devletin bu sürekli dönüşümünden muaf olmadığını hesaba katmak, hiç yoktan insaflı olmak anlamına geliyor.

Bugün artık şu konuda net olmalıyız: Devrimci/İsyankâr mücadele devlet karşıtı mücadeledir. Devrimcilerin/İsyankârların nihai görevlerinden biri ve en önemlisi, devleti ortadan kaldırmaktır. Öte yandan devletin bu karmaşık doğasını hesaba katmaksızın ve buna karşılık gelen teorik analizler/pratik stratejiler geliştirmeksizin, sadece “olmaya devlet cihanda!” demek oldukça naif, karizmatik fakat anlamsız bir çığlık olarak kalacaktır.

Ama bunu söylerken şunu da söylemek gerekir: Uzun uzun zamandır devletle birlikte yaşadığımız, ona büyük ölçüde alıştığımız ve nihayet her zaman devletin aklının aklımıza sızmasından öyle pek de muaf olmadığımız göz önüne alındığında, “olmaya devlet cihanda!” çığlığının devrimcileri/isyankârları bir tür uyanık tutma işlevi bulunmaktadır. Tarihte yaşanan pek çok devrimci/isyankâr deneyim, mücadelenin seyri içinde ve hatta zafere ulaşılan durumlardan sonraki kuruluş dönemlerinde devlet aklının yeniden üretilmesinden kaçamadığımızı göstermektedir. 

Öte yandan, devleti yok etmenin hemen bugünden başladığı gerçeği, tek başına, devlet iktidarının geçici kullanımını savunan kuramsal çerçeveyi yanlışlamak adına yeterli olamıyor. Başka bir dünyanın, devletsiz bir dünyanın yaratılmasının, devletin yerine getirdiği fonksiyonların yeni ve yabancılaşmamış (bazı görüşlere göre en azından çok daha az yabancılaşmış) kurumsal örgütlenme biçimleriyle ikame edilmesiyle başlayacağına ilişkin kuramsal yaklaşım ise bugün Latin Amerika’nın bazı ülkelerinde yaşanan deneyimlerle hayat karşısında sınanmayı bekliyor.

Ancak devletin belirli bir sınıfın ya da sınıfsal ittifakın nihai (ve Wallerstein’ın da belirttiği üzere gayet küresel) çıkarlarını gerçekleştirmek üzere var olan işlevleri, devletin fonksiyonlarının az önce sözü edilen kurumsal örgütlenme biçimleriyle yerine getirilmesinin ve bunun yarattığı olanakların doğal sınırına da işaret ediyor. İktidar olmadan dünyayı değiştirmek, bu kulağa hoş gelen önerme, mevcut modern kapitalist devlet aygıtının ve devlet aklının bize dayattığı hiyerarşik güç ilişkilerini parçalamayı ve bu ilişkilerin her türlüsünü gayrı meşru ilan etmeyi önerdiği ölçüde oldukça etik-politik fakat eksik bir duruşu yansıtıyor.

Devleti ortadan kaldırmaya dönük mücadelenin bir tarafı bu etik-politik duruşu sürekli biçimde korumayı gerektirirken, meselenin elimizi bulaştırmamız gereken “pis” tarafı ise bizi bu mücadeleyi bugünün koşulları dahilinde yürütecek pratik/pragmatik/politik araçları geliştirmeye zorluyor. Bu araçların “pirüpak” olmadığını belirtmek realist bir kolaycılığı değil kuram ve pratik arasındaki açıyı bir yere kadar kapatabilecek araçların tarif edilmesine dönük bir cüreti işaret ediyor.       

Hâsılı, somut durumun tahlilinden yola çıkmakla birlikte verili koşullardan hareket etmek konusunda daha esnek davranabilme lüksüne sahip olan kuramsal çözümlemeler ile doğrudan verili koşullardan hareket ederek ve nesnelliğin her tür olumsuzluğu dâhilinde yürütülmesi gereken pratik siyasal mücadeleler arasındaki -oldukça geniş- açıyı kapatmak ciddi bir sorumluluk olarak ortada duruyor.

Nihayet devleti liberal algıdan mülhem biçimde şeytanlaştırmak ve ceberutlaştırmak ne kadar abesle iştigal etmekse, devletin varlığını “fazla anlamak” da o kadar devrimci/isyankâr mücadelenin devlet-karşıtı ayağını gözden kaçırmak anlamına gelebiliyor. Ki devleti bu kadar şeytanlaştıran liberal algının devletsiz bir topluma ilişkin bir hayale dahi sahip olmadığı ve devleti fazla anlayanların da devletin sönümlenmesini sağlayacak mekanizmaları geliştirmenin yolunu bir türlü inşa edemedikleri göz önüne alındığında bu iki ucun bir yerde birleştiği de söylenebilir.  

Bu yazının son sözlerini ise Franz Oppenheimer söylesin: “Devlet, kölelikle özgürlüğün bir piçidir ve bize düşen görev, köleliğin geriye kalan izlerinden kurtulmak ve eksiksiz özgürlüğü yaratmaktır.”

Gönder gitsin