james c. scott ile iki çift laf: “anarşist beden eğitimi”
İcat ettiğim “Scott’ın anarşist beden eğitimi yasası” şu şekilde işliyor: Hayatınızda bir gün büyük bir yasayı çiğnemeniz istenecek ve her şey de buna bağlı olacak. Yurttaş hakları hareketini, özgürlük turlarını, Güney Afrika’daki geçiş yasası ihlallerini, gösterilerdeki sivil tutuklamaları düşünün. Eğer her şeyin bağlı olacağı o büyük güne hazır olmak istiyorsanız, öyleyse, formda kalmak ve egzersiz yapmak zorundasınız. Bu nedenle, her iki ya da üç günde bir, bir küçük yasayı ihlal etmek zorundasınız ki böylece büyük an geldiğinde hazır olabilir ve büyük bir yasayı ihlal edebilirsiniz.
Mevcut düzene egemen ideolojiyi kabul ettikleri için itaat eden madunlar kavramsallaştırmasına dönük eleştirileriniz var. Gelgelelim çalışmalarınıza esas olarak kölelik, mülkiyet, sınıf ve siyasi iktidar ile bağlantılı tahakküm biçimleri ile meşgul oluyorsunuz. Kültürel ya da akademik sermayeye sahip olmak gibi bazı eşitsizlik tarzlarının daha yaygın biçimde kabul gördüğünü düşünmüyor musunuz? Yine bu, bahsi geçen sermayelere çok sınırlı erişebilen ya da hiçbir şekilde erişemeyen kişilerin, bu sermayelerin önemine inanmaları anlamına gelmiyor mu?
Bence yerinde ve önemli bir soru sordunuz. The Moral Economy of the Peasant, Weapons of the Weak ve Tahakküm ve Direniş Sanatları kitaplarımda bilerek ve isteyerek ikili ilişkilerin güçlü olduğu durumları (serfler ile efendiler, köleler ve efendiler, köylüler ve toprak sahipleri, dokunulmazlar ile brahmanlar) tercih ettim; bunun kısmen nedeni, bu ikiliklerin her iki tarafını da anlamamı sağlayabilecek bir literatürün bulunmasıydı. Bana göre, diyelim, en azından bir asgari müşterek olarak herkes tarafından erişilebilir olan zenginlik ya da eğitim gibi değerli bir prestij unsuruna sahip olduğunuzda, farklılıkları meşrulaştırmak da daha kolay olacaktır. Kuşkusuz modern Fransız devrimi sonrası Cumhuriyet’in mitolojisi, var olan farklılıkların meritokratik kritere dayandığıydı: başarı, eğitim, bulunulan kademe, yetenekler vs. Bu anlamda, ki günümüz demokrasisini anlamanın oldukça kaba yollarından biri budur fakat aynı zamanda iyi bir başlangıç noktasıdır da, neoliberal Batı siyasal yaşamı, gelir dağılımının üstteki yüzde 15 ila 20’lik kesiminin çıkarına dönük olarak örgütlenmiştir. Yasamayı, parayı, partileri ve diğer şeyleri kontrol edenler bunlardır. Bir seçimdeki dalavere, ilk basamaktan sonraki yüzde 30’luk kesimin, üstlerindeki yüzde 20’ye imrenmekten daha çok altlarındaki yüzde 50’den korkmaya ikna etmektir. Her seçimin şamanistik büyüsü budur. Her zaman işe yaramaz fakat çoğunlukla işe yarar çünkü, Gramsci’nin de kavramış olduğu üzere, yerleşik sermayenin medya ve diğer alanlar üzerindeki avantajlı konumu, bahsi geçen yüzde 30’u kendi konumunun da sallantıda olduğuna ikna etmek açısından muazzam bir güce sahiptir. Bu anlamda, modern demokrasilerde yaşam fırsatlarındaki farklılıkları meşrulaştırma ve bunlara saygı duyulma ihtimali, çalışmamda analiz ettiğim sistemlerde olduğundan daha fazladır.
Bugünlerde anarşist fikirlere ve ilkelere bir tür dönüş var gibi görünüyor. Bu dönüş, siyasal düzeyde, aktivist düzeyinde belki daha belirgin fakat bilimsel düzeyde de mevcut. Son kitabınızın başlığı ve alt başlığı da buna göndermede bulunuyor: Yönetilmeme Sanatı: Güneydoğu Asya Yaylalarının Anarşist Tarihi. Yine, örneğin, Amerikalı antropolog meslektaşınız David Graeber’in Bir Anarşist Antropolojiden Fragmanlar kitabının da ismi anılabilir. Bu türden bir “anarşist dönüş”ün sosyal bilimlerde ne türden sonuçlara yol açacağını bekleyebiliriz? Metodoloji, epistemoloji, etik, yazım tarzı düzeyinde herhangi bir sonuç ortaya çıkar mı?
Üzerine bir şeyler söyleyebileceğimi düşündüğüm ilginç bir soru daha. Köylü devrimlerini anlamaya dönük çabalarımın başında, üzerine çalıştığım neredeyse bütün devrimlerin, fiilen, kendisini nüfus üzerinde yıkılan Devletten daha şiddetli ve daha kapsamlı biçimde dayatabilen, daha güçlü bir Devlet ortaya çıkarmış olduklarını fark ettim. Bu durum, daha güçlü ve genellikle daha baskıcı Devletler ortaya çıkaran verimlerin tarihinin üzüntü verici ve melankolik bir okumasına da kapı açıyordu. Bir arkadaşım bir keresinde “Bilirsin, devrim bir kez Devlet haline geldiğinde, artık benim düşmanımdır” demişti. Bunun iyi bir gözlem olduğunu düşünüyordum. Böylece kendimi daha önce söylemediğim şeyleri söylerken buldum ve kendi kendime “Bunlar bir anarşistin söyleyebileceği şeyler” dedim.
Çok alametler belirmişti: geometride iki nokta bir doğru oluşturur fakat üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı noktalar da aynı doğrunun üzerine düşüyorsa, artık dikkatinizi oraya vermeniz gerekir. Böylece ben de Yale’de Anarşizm üzerine bir ders açmaya karar verdim ve tahmin edebileceğiniz gibi, lisans öğrenimi gören bütün solcuları tek bir odaya dolduracak biçimde bu dersi üç yıl boyunca verdim. Sınıfıma bir bomba atsaydınız, Yale Üniversitesi’ndeki bütün solcuları tek bir patlamayla imha edebilirdiniz. Hepimizin aşina olduğu anarşist klasikleri hep birlikte okuduk. Gelgelelim, içimden beni zorlayan biçimde, daha önce yazmış olduklarımdan farklı türden yazmayı denemeye karar verdim. Böylece, farklı türden, daha hafifmeşrep ve daha kolay bir yazım tarzını denemeye karar verdim.
Dört beş ay sonra Anarşizm adlı bir kitabım çıkmış olacak; Anarşizm için üç kere değil, iki kere şerefe… Bu kitap, bir anarşist düşünceler ya da anarşist hareketler tarihi değildir. Bunlara dair bu kitaptan hiçbir şey öğrenemeyeceksiniz. Bunun yerine, anarşist bir ruhun ya da hassasiyetin size herhangi bir toplumsal kurumun kurtuluşa ve özgürlüğe dönük potansiyellerini anlamanıza yardımcı olabilecektir. Anarşizm, hiyerarşi olmaksızın karşılıklılık, hiyerarşi olmaksızın işbirliği ve koordinasyondur; düzensizlik değil, belirli türden bir düzendir. Buradan hareketle de anarşist bir çocuk parkının, anarşist bir anıtın, anarşist bir çalışma durumunun ya da anarşist bir huzur evinin neye benzeyeceği üzerine ve kurumları, insanlara sundukları özgürlük ve özerklik derecesi ve insanların kimliklerini ve arzularını sabitlemeye çalışmak yerine onların kendi çeşitli dileklerini ve değişen ihtiyaçlarını gözetme derecesi açısından nasıl değerlendirileceği üzerine konuşmaya çalıştım. Bir anlamda, anarşist bir hassasiyetin bize kurumları değerlendirmede nasıl yardımcı olabileceğini anlamaya çalıştım.
Bir şey daha söyleyeyim. Kitaba, biraz küstahça, Scott’ın anarşist beden eğitimi yasası olarak adlandırdığım şey ile başladım. Bir yıl kadar Doğu Almanya’da kalmıştım ve 1991’de duvar yıkıldığında, Almancamı geliştirmek için altı hafta boyunca bir köyde çalışma yürüttüm çünkü Goethe Enstitülerinin birinde yeniyetmelerle birlikte bir sınıfta oturmak istemedim. Neyse, birlikte yaşadığım Doğu Alman köylülerinin benden korkmaları ve benim de onlardan sıkılmam nedeniyle, onların bana benim de onlara haftada bir tatil vermemizin gerektiğine karar verdim. Böylece haftada bir Neubrandenburg şehrine gidip geldim; altı hafta boyunca, köye dönmek üzere treni beklerken, tren istasyonunun önünde bir kırmızı ışık görüyordum. Akşamüstüydü ve hiç trafik yoktu. Mecklenburg Ovası dümdüz uzanıyordu: dört bir yanı göz alabildiğine görebiliyordunuz ve gelen giden hiçbir araba yoktu. Fakat yaklaşık 60 Alman ışığın değişmesini bekliyordu. Işık tahminen gün ışığına göre ayarlanmıştı. Bu durum beş altı dakika sürdü ve bütün Almanlar orada ışığın değişmesini bekliyorlardı. Son Almanca cümlemin işe yaraması sayesinde kendimi güvende hissediyorsam, karşıya geçiyor ve fırça yiyordum; son Almanca cümlem işe yaramamışsa ki genellikle öyle oluyordu, ışık değişene kadar onlarla orada bekliyordum. Beklemek nedeniyle kendime kızıyorken, Scott’ın anarşist beden eğitimi yasasını icat ettim; şu şekilde işliyordu: Hayatınızda bir gün büyük bir yasayı çiğnemeniz istenecek ve her şey de buna bağlı olacak. Yurttaş hakları hareketini, özgürlük turlarını, Güney Afrika’daki geçiş yasası ihlallerini, gösterilerdeki sivil tutuklamaları düşünün. Eğer her şeyin bağlı olacağı o büyük güne hazır olmak istiyorsanız, öyleyse, formda kalmak ve egzersiz yapmak zorundasınız. Bu nedenle, her iki ya da üç günde bir, bir küçük yasayı ihlal etmek zorundasınız ki böylece büyük an geldiğinde hazır olabilir ve büyük bir yasayı ihlal edebilirsiniz. Ardından, 20. yüzyılda Birleşik Devletler’de gerçekleşen bütün temel yapısal değişim dönemlerinin, parlamenter siyasetin normal devrelerinin dışında, parlamento-dışı huzursuzluklardan kaynaklandığını anlatarak devam ettim. Halkın taleplerinin tercümesinin ve bu taleplere uygun değişimin araçları olması beklenen bütün demokratik kurumların, yüzyılın başından bu yana ülkemde, aslında, huzursuzluğun zapt edilemeyecek denli büyük ve kitlesel biçimde dışa vurulması söz konusu olmadıkça işlemiyor olmaları bir tür trajedidir. Bu büyük değişimler, sadece, başka, daha kötü sonuçlara yol açabilen karmaşalar sonucunda gerçekleşir fakat bu karmaşalar, geniş ölçekli yapısal değişim açısından zorunlu fakat yetersiz koşul gibi de görünmektedir.
Sizin adlandırmanızla rasyonalist yüksek-modernist kalkınma ütopyalarında söz konusu olduğu gibi doğası gereği yüksek düzeyde standartlaştırılmamış bir siyasal proje üzerine düşünmek mümkün mü?
Geleceği tahmin etmek ya da ütopyacı düşünce konusunda pek iyi olmadığım için bu soruya ne kadar yanıt verebileceğimi bilemiyorum. Söyleyebileceğim tek şey, insanların bugün neden bundan otuz kırk yıl önce ortadan kaybolmuş olan Anarşizm üzerine çalıştığını anlayabilmemizin iki gözlem üzerinden mümkün olduğudur. Bunlardan biri, devlet-kaynaklı modernleştirmenin ve eşitlikçi programların sosyalist formların başarısız olmaları ya da daha kötü sonuçlar doğurmalarıdır. İkincisi, şahit olunan huzursuzluk biçimlerinin giderek daha az biçimde örgütlü toplumsal hareketler, sol partiler ve benzer yapılar tarafından yapılandırılıyor ya da organize diliyor olmalarıdır. İspanya’daki indignados‘ta [Öfkeliler hareketi], Paris banliyölerinde, 1960’larda Birleşik Devletler’deki getto isyanlarında ve Occupy Wall Street hareketinde gördüğümüz öfke ve infial patlamalarıdır. Kamusal eylemin değişen biçimini ki Arap Baharı’nı da dahil ediyorum, hesaba katmak gerekiyor. Bana ilginç gelen şey, bu hareketlerin, Müslüman Kardeşler’in sol kanadının bu hareketlerle ittifak yapmaya karar verdiği zaman ortaya çıkan hareketler olmasıdır. Oyuna çok geç dahil olmuşlardır: Bu süreci kışkırtan onlar değildir, onlar sadece buna yol vermişlerdir. Bu anlamda, günümüz protestolarının ampirik şeklini anlamak adına, bunların daha çok mahalle üzerinden bir araya gelen küçük gruplar olduğu söylenebilir. Anarşist bir eğilim söz konusudur. Kitabım Anarşizm‘in kapağına dair yayıncımla bir tartışma halindeyim… Onlar kazanacak ve ben kaybedeceğim. Fakat sizin görmeyeceğiniz fakat benim olmasını istediğim kapak, birinin bir duvara spreyle yazdığı “Anarşiyi Yayın” ifadesinin üzerine bir başkasının çarpı atarak altına “Bana ne yapacağımı söyleme!” yazdığı gerçek bir grafitidir. Yayıncıma bunun harika bir kapak olacağını söyledim. Bir kitaba sağlam bir kahkahayla başlamak daha güzel ne olabilir ki! Her neyse, yayınevi buna ikna olmadı fakat kapak, günümüz protestolarından bir kareyi yakalayacak.
ώ
[Buradan sonra izleyiciler de tartışmaya davet edildi ve sorular alınmaya başlandı]
İzin verirseniz bir yorumda bulunmak ve bir soru sormak istiyorum. Eski moda bir otoritaryen Leninist olarak, Anarşizm meselesini çok ciddiye almadıkları için bu etkinliği düzenleyenleri kutluyorum. Etkinliğin zamanını uzmanlar ile izleyenler arasında bölme tarzınız da bana uygun göründü. Bu anlamda, tebrikler. Pierre Clastres’nin, özellikle de toplum ile devlet arasındaki uzlaşmaz çelişki meselesinin sizin çalışmalarınız üzerindeki etkisini sormak istiyorum.
Pierre Clastres ile başlayayım. Aslında son kitabım The Art of Not Being Governed‘ın girişindeki alıntı Pierre Clastres’dendi: Clastres’nin Devlete Karşı Toplum kitabının son iki satırı olan, umarım eksiksiz aktarırım, “Eğer tarihli halkların tarihi sınıf mücadelesiyle, tarihsiz halkların tarihinin, devlete karşı verdikleri mücadelelerin tarihi olduğunu söylemek, en azından, yanlış olmayacaktır.” cümlesi. The Art of Not Being Governed kitabım yola buradan çıkmaktadır. Bana göre Pierre Clastres, Yanomamiler, Sirionolar, Guaranilerin, bir tür Neolitik kalıntı değil, önceden yerleşik tarımcılar iken hastalık ve zorla çalıştırılma nedeniyle İspanyol yerleşimcilerden kaçarak avcı toplayıcılar haline gelen halklar olduğunu ileri süren ilk kişi olması nedeniyle bir tür kahramandır. Bir ikincil adaptasyon söz konusudur: Bunlar bile isteye barbar olanlardır diyebiliriz. Böylece, hemen hiç kimse bu sonuçları kabul etmediği, Amerikan Antropolojisinin tamamının ona karşı olduğu bir zamanda, Clastres, devlet-oluşumuna uyarlanma olarak “yağmalama” kavramsallaştırmasını öne sürdü. Yine Clastres, bu grupların toplumsal yapısını, devletlerin kendi içlerinde gelişmesinden korunmaya dönük bir çaba, bir tür devletten kaçan toplumsal yapı olarak kavrıyordu. Latin Amerika hakkında öğrendiğimiz her şey, Clastres’nin varsayımlarını genel olarak kanıtlıyor gibi görünüyor. Clastres’nin yazdığı yüzyılın ikinci yarısında, özellikle 1960’larda ve1970’lerde, onun varsayımlarını haklı çıkaran muazzam miktarda kanıta sahip olduk. Bu anlamda ona çok şey borçluyum. İlk olarak Stuart Schwartz ve yine, insanların Devletlerden kaçıp gittiği zor ulaşılır alanlar olan Büyük Göller bölgesindeki Amerikan Yerlileri üzerine yazan Richard White tarafından Latin Amerika’ya dair geliştirilmiş bir diğer terim olan “fay kırıkları”nı kullanıyorum. Bu alanlar dilsel ve kültürel açıdan fazlasıyla karmaşıktır çünkü farklı zamanlarda kaçan ve farklı toplumlardan gelen parçalı insan gruplarından oluşmaktadır. İşbu “fay kırıkları” düşüncesi bana muazzam ölçüde verimli görünüyor ve ben de onu sahiplendim.
Söyleşinizde birkaç kez Gramciyen anlamda, hegemonya ya da hegemonik iktidardan bahsettiniz. Bugün artık hegemonyanın, sadece tahakkümle değil rıza ile de ilgili olduğunu, insanların bu hegemonik iktidara rıza göstermesiyle ilgili olduğunu ve madalyonun diğer yüzünde ise direnmenin olduğunu biliyoruz. Direnmenin pek çok yolunun olduğunu varsayıyorum. Siz de değindiniz ve bana göre çalışmalarınızın en ilginç kısmı da, iktidara üstü kapalı bir hattan kafa tutan gizli direnme biçimleri… Peki, sahip olduğumuz kabul gören mevcut söylem türü ile siyasal nüfuz alanı açısından bu gizli direnme biçimlerinin anlamı nedir?
Hegemonya ve Gramsci meselesi şöyle; Weapons of the Weak kitabımda, ki çok şükür bu noktaya pek fazla kişi işaret etmedi (kendimi suçlayabilen bir insanım!), Gramsci’nin hegemonya kavramını hatalı biçimde kullandım. Gerçek şu ki, Gramsci açısından benim tarif ettiğim durum, Gramsciyen terimlerle konuşursak, bir tahakküm durumudur. Gramsci açısından hegemonya, benim anladığım kadarıyla, sadece işçi sınıfının oy verebildiği bir bağlama uygulanabilir. Bu anlamda Gramsci’nin sorusu şudur: “Sayıca fazla olan ve oy verebilen proletarya, devrimi neden demokratik araçlar vasıtasıyla gerçekleştirememiştir?” Bu soruya verdiği yanıt ise, elitlerin, Devletin ve buna iliştirilmiş zenginliğin bu eşitsizliğe dönük rıza üretmek üzere sahip olduğu ideolojik hegemonya türüdür. Weapons of the Weak‘te meşgul olduğum durum, bir tahakküm durumuydu, hegemonya değil. Ben bu kitabı yazdığım sırada Malezya’da her ne kadar genel oy hakkı mevcutsa da, bunun hiçbir anlamı yoktu. Tahakküm kavramını kullanmalı ve hegemonyadan farklı bir biçimde bahsetmeliydim. Teslim oluyorum.
ώ Bu söyleşi, James C. Scott ileNisan 2012 tarihinde Cerezales Diego Palacios, Diogo Duarte, Jose Manuel Sobral ve Jose Neves tarafından gerçekleştirilen söyleşinin kısaltılmış halidir; söyleşinin tamamının Türkçesi için bkz. James C. Scott ile Söyleşiler: Toplum Gibi Görmek, der. ve çev. Soner Torlak, zoomkitap; söyleşinin İngilizce orijinal metni için bkz. “Interview with James C. Scott: Egalitarianism, the teachings of fieldwork and anarchist calisthenics”, Cerezales Diego Palacios, Diogo Duarte, Jose Manuel Sobral ve Jose Neves, Análise Social 207 XLVIII (2), 2013;