sanatsepet

bir karakterin anatomisi: gustave h.

hepimiz gustave h.’in ne kadar harika olduğunu biliyoruz ve sonuna kadar da arkasındayız ama… kendisi öyle pek mükemmel bir tip değil. gustave h.’i madam d.’nin mirasçıları gibi “duygusal olarak savunmasız, hasta yaşlı kadınları avlayan acımasız bir maceraperest ve bir sanatçı müsveddesi” olmakla suçlayamayız, fakat o iyiliksever davranışlarının altında en azından kısmen bir bencilliğin olmadığını söylersek de yalan söylemiş oluruz.

bir uygarlık parıltısı

Gustave H. hiç kuşkusuz Büyük Budapeşte Oteli filminin en janti, en uygar, (biraz fazla laf salatası yapsa da) belagati en güçlü ve en sağlam karakteridir. Konuşma tarzı karşısındaki kişiyi derhal yakalayıverir. Yine, konuşmalarındaki şiirsellik zaman zaman biraz fazla kaçar fakat genellik derdini az ve öz şekilde anlatır… tıpkı emrindeki otel çalışanlarına emirler yağdırırken ya da eğitmekte olduğu genç Sıfır’ı otelcilik mesleğinin numaralarını öğretirken olduğu gibi:

“Lobi görevlisi nedir? Lobi görevlisi tamamen görünmezdir fakat yine de her zaman göz önündedir. Bir lobi görevlisi insanların neleri sevmediğini bilir. Bir lobi görevlisi müşterinin ihtiyaçlarını daha o ihtiyaç duymadan fark eder. Bir lobi görevlisi, her şeyden önce kusurları gizler. Misafirlerimiz en derin sırlarının, ki açık konuşmak gerekirse bunların bazıları epey münasebetsiz şeylerdir, bizimle mezara gideceğini bilirler. Yani çeneni kapalı tut, Sıfır.”

Gelgelelim Gustave H.’in nezaketi ve samimiyeti onun gereksiz derecede resmi (ve modası geçmiş) konuşma tarzından ibaret değildir. O bir centilmendir ve üstlendiği görevlere ve Büyük Budapeşte Oteli’ne karşı gösterdiği tavır da bunu her yönüyle ortaya koyar. Gustave H. en iyinin en iyisinin de en iyisidir. Onun diğer çalışanlara verdiği emirler doğrudan ve nettir; her şey mükemmel olmalıdır. Müşterilerin büyük kısmı açısından ev sahibi olan kişidir: Misafirler Büyük Budapeşte Oteli’ne sırf işlerin başında o var diye gelirler… hatta, nasıl desek ki, ekstra özel hizmet almayanlar misafirler bile.

Gustave H. aynı zamanda koca yürekli bir adamdır. Adeta bir cömertlik kaynağıdır – şu sözlere bir bakın: “en berbat ve itici insanın tek ihtiyacı olan sevilmektir ve sevildiğinde bir çiçek gibi açacaktır.” Gustave H. sadece işini layıkıyla yapmakla kalmaz; adabımuaşeretin ve misafirperverliğin bütün insanlığın iyiliğini ortaya çıkaracağına tüm kalbiyle inanır.

Vay canına.

gösteriş, bayağılık ve diğer pespayelikler

Yine de çok coşmayalım tabii. Tamam hepimiz Gustave H.’in ne kadar harika olduğunu biliyoruz ve sonuna kadar da arkasındayız ama… kendisi öyle pek mükemmel bir tip değil. Gustave H.’i Madam D.’nin mirasçıları gibi “duygusal olarak savunmasız, hasta yaşlı kadınları avlayan acımasız bir maceraperest ve bir sanatçı müsveddesi” olmakla suçlayamayız, fakat o iyiliksever davranışlarının altında en azından kısmen bir bencilliğin olmadığını söylersek de yalan söylemiş oluruz.

Madam D. ile olan ilişkisinde Gustave H.’in onunla canıgönülden ilgilendiğine şüphemiz yok, fakat yine de biraz kaypaklık da sezeriz. Madam D. otelden ayrılırken ona kiliseye gidip Meryem Ana’ya kendisi adına bir mum yakması için bozuk para verdiğinde, Gustave H. “bu işi derhal kendim gidip yapacağım” der… fakat Madam D. Ayrılır ayrılmaz bu işi hemen Sıfır’a paslar (hatta sonrasında da önemli bir görüşmesi olduğu için boş verir).

Yine Gustave H., Madam D.’nin ölümü üzerine zil takıp oynayan o “solgun benizli, düzenbaz” çocuklarından tiksinmesine rağmen ölüm haberini alınca düşüncelere dalıverir: “Şansım varsa kendisi bu kadim dostuna birkaç kuruş mangır bırakmıştır, fakat bunu ölüm belgesinin üzerindeki mürekkep kurumadan öğrenemeyeceğiz.”

Vay arkadaş! Biraz paragöz bir tavır değil mi sizce de?

Madam D.’nin ölümünden çok da uzun olmayan bir süre sonra “ucuz et parçaları” olarak tanımladığı bir kadın grubunun koynuna dalmakta tereddüt etmez – gerçi hakkını yemeyelim, kendisi bu “ucuz parçalar”ın daha lezzetli olduğunu söylemektedir. Gustave H. bu anlamda hem kadınlara et parçası muamelesi yapar hem de Madam D.’den diğer kadınlardan herhangi biri olarak bahseder. Hatta Madam D. ile olan uzun ilişkisinden bahsederken şunu söyler: “Böyle bir kadının bağlılığını arka arkaya on dokuz sezon boyunca sağlamak az şey değildir.”

… hem de bunu Madam D.’ye onu sevdiğini söyleyip uğurladıktan sonra söyleyiverir. Burada Gustave H.’in yalancının teki olduğunu söylüyor değiliz; fakat aklında duygusal yakınlıktan fazlasının olduğu da kesindir. O “kazanmak” ister.

Nihayet, Gustave H.’in gündelik hayatında açıkça rol yaptığı söylenebilir. Kendisi bir yandan tertipli, sağa sola karınca gibi koşturup duran ve adeta şiirler saçan biriyken, diğer yandan yeri geldiğinde feci küfürlü konuşabilmektedir. Aslında Gustave H.’in bu yönüne dair film eleştirmeni ve araştırmacı Matt Seitz’in bazı ilginç düşünceleri var:

“Gustave H.’in geçmişinden hiç bahsedilmiyorsa da, kendi kendine kaldığında ortaya koyduğu davranışlarından onun esasen sahip olduğu kişiliği icat etmiş olduğu açıkça görülebilir. Gustave H. son derece duygulu, üst sınıftan gelen bir kişi gibi konuşur. Fakat şiirlerle konuşmadığı ya da bir otel sorumlusu olma sanatına dair birtakım afili sözler sarf etmediği zamanlarda, birdenbire içinden ağzı son derece bozuk bir adam fırlayıverir. Benim görüşüme göre, işte bu kişi tırnak içinde gerçek Gustave’dır, son derece soğukkanlı bir şekilde ağzı dolu dolu küfreden bir adam.”

Budapeşte Oteli filminde, o gösterişli, mor otel sorumlusu üniformasının sağladığı zorunlu davranış kalıbını terk etmiş olan daha vakur bir Gustave H.’e tanık olduğumuz güçlü bir sahne vardır. Mustafa sahnenin arka sesi olarak bize “akşam yemeğini kendi odasında tek başına yerdi” şeklinde bir anlatırken, Gustave H.’i hiçbir dekorasyonun olmadığı griye boyalı bir odada beyaz iç çamaşırları ve bir bardak sütle oturduğunu gördüğümüz sahne… Belki de daha derin, daha gerçek bir Gustave H. vardır, fakat onu hepimizin bildiği ve sevdiği o taşkın, eksantrik karakterinden ayrı düşünmek çok zordur.

göz alıcı ve neredeyse ilahi kardeşlik 

Gustave H.’in karakterinin – sadakat ve nezaket gibi – harika olan tarafının büyük kısmı otelin yeni lobi görevlisiyle olan ilişkisinde ortaya serilir. Evet, Gustave H. bazen serttir ve doğrudan alçakça suçlamalarda bulunabilmektedir, fakat film süresince bu ikilinin ilişkisi geliştikçe Gustave H.’in Sıfır’ı gerçek anlamda önemsediğini görürüz.

M. Ivan onları saman balyalarının içinden çıkarır çıkarmaz Gustave H.’e o sırada son derece ihtiyaç duyduğu her zaman kullandığı parfümü l’air de panache’ı verir ve Gustave H. de kendisi sıktıktan sonra parfümü Sıfır’a uzatır. Kişiler arasında kardeşçe bir bağ kurmaya dönük bu klasik sayılabilecek sahne, Sıfır’ın artık bir otel çalışanından ibaret olmadığını, onun “yakın bir dost ve himaye edilen kişi” olduğunu gösterir.

İşin aslı, giderek Gustave H.’in Sıfır’a karşı duygularının güçlendiğini görebiliriz. Trendeyken askerler tarafından ilk kez durdurulup da kompartımanda arbede çıktığında Gustave H. “Benim lobi görevlimden ellerinizi çekin!” diye bağırır. Bu sesleniş Gustave H.’in filmin sonlarında trenlerinin bir kez daha askerler tarafından durdurulduğu sahnede şu şekilde yankılanır: “Eğer bu adama parmağınızın ucu bile dokunursa, bütün rütbelerinizin sökülüp, askeri cezaevine tıkılıp güneş batar batmaz darağacında sallandığınızı göreceğim demektir!”

Gustave H.’in kendi gerçek hikayesi işte bu iki konuşmada kendisini açığa vurur: İlkinde Sıfır’a “benim” lobi görevlim derken, ikincisinde ise ondan “bu” adam diye bahseder.

Gustave H. sonrasında savaş sürerken vurulup ölmüşse de, hikayesi dostu ve bir tür manevi oğlu Sıfır’ın hafızası sayesinde yaşayacaktır.  

kaynak: shmoop / çevirgen: chris dadallı

Gönder gitsin