dostoyevski // john cowper powys
dostoyevski abimiz 1881 yılının 9 şubat’ında dünyamızdan ışınlandı; kendisine powys’un çok şık eleştirisi yazısıyla selamımızı yolluyoruz: dostoyevski’nin kitaplarında, deliler, aptallar, ayyaşlar, veremliler, yozlaşmışlar, hayalciler, gericiler, anarşistler, nimfolepler, caniler ve azizler bir tür “macabre dansı” içinde birbirlerine karışırlar, ama içlerinden hiç birinin kendi esriklik anı dışında bir şeyleri yoktur. en kötüleri, savurgan çılgınlıkları ve aşırı vicdan azaplarına bir örnek olması için audrey beardsley’i gerekli kılabilecek olan yaklaşımlar ve jestler ima eden o küçük fantastik ihtiraslı süpermenler grubu, zaman zaman, ilahi bir yüce gönüllülük hali sergiler.
Ruhani bir maceracı için, Dostoyevski’nin ilk kez keşfedilmesi, bir daha yaşanması muhtemel olmayacak gibi görünen bir şoktur. İnsan şaşırır, garipser ve hakarete uğrar. O karanlık bir geçidin en sonunda, insanın yüzüne atılmış bir tokat gibidir; insanın yüzüne atılmış tokadı, insanın boğazındaki tuhaf ellerin beceriksizliği izler. Muhakeme tarafından, ihtiyat tarafından, öz-saygı tarafından, atavik ketleme tarafından “yasaklanmış” olan her şey, aniden karanlıktan sıçrayıp insanı, azgın, tarif edilemez bir kucaklamayla ele geçiriyormuş gibi görünür.
İnsanın “hissedip” de düşünmeye cüret edemediği her şey; insanın “düşünüp” de söylemeye cüret edemediği her şey; tarife gelmeyen kenarlardan kopup gelen bütün o berbat fısıltılar; sesi olmayan derinliklerden gelen bütün o korkunç enkaz ve çamur, bizi içine çekip ezip geçer.
Diğer yazarların, hatta bunların içinde gerçekçilerin, söyleyemeyecekleri, söyle”meyecekleri” ne kadar çok şey vardır. İçimizdeki normal öz-koruyucu güdülerin söylenmesini “istemediği” ne kadar çok şey vardır. Ama bu Rus’un hiç acıması yoktur. Bu itiraflar insanı aşağılar ve gözden mi düşürürmüş? Ne fark eder? Bu kadar çırılçıplak olmamız iyi. Bu tür ikrarlar kışkırtır ve utandırır mıymış? Ne fark eder? Utanca “ihtiyacımız” var. İnsan bilincinin cıvasının kapalı çatlakları, kör geçitleri olmamalıdır. İnsan mikrokozmik düşüncelerini, orada, zorla çekilip alınması gereken yerde bile, onarmaya zorlanmalıdır. Büyük yazarların bile bu denli yüzeysel olmaları; Mamut’un çatalından, Ağaçkakan’ın gagasından bu kadar yoksun olmaları olağanüstü bir şeydir! Berbat tehditler altında, yalnızca “kendi” amaçlarına hizmet edeni ortaya çıkarmak üzere, Kaderi’mizin İblisleri tarafından zorlanarak, biraz patetik bir inleyişle çalışıyor gibidirler! Bu durum, geleneksel etik dinamikleriyle İdealistler için olduğu kadar, geleneksel hayvani kimyalarıyla Gerçekçiler için de aynı ölçüde geçerlidir. Her şeyin ötesinde, alışıldık muhakemeleri içinde olduğu kadar alışıldık bütünlükleri içinde Devekuşu başlarını kuma gömen Cinsellik yorumcuları için de geçerlidir!
Bu müthiş yazarın yolundan geçtiği şanslı-şanssız birey, sayfaları devirdikçe, irkilmiş bir merak, dehşetli bir protesto içinde, hızla ağlamaya başlar. Bu içler acısı Gece Hırsızı insanın tam da her şeyden daha çok sarıldığı –insanın tam da itiraf et”mediği” şeyi ortaya sermektedir! Böyle biri, bu umutsuz “kâhini” okurken, kendisini nefesini tutarak ve “iradesine karşın” orada ihanete uğramış olan küçük şeylere gülerken ve kıkırdarken bulur. Artık seyir uzaktaki genel insanla estetik bir keyifle eğlenme işi değildir. Deşilen ve iğnelenen insanın ta kendisidir. Bu kadar anormal biçimde güç duruma düşürülen insanın ta kendisidir. Her şeyin içindeki kişisele yönelik böylesine delice bir arzu duyan kadınların Dostoyevski tarafından özellikle yakalanmasının nedeni de budur. Onları kahredici biçimde tanır. Kaprisli göğüslerinin inip kalkmasına neden olan o şaşırtıcı, çelişik duyguları, anlamakta öylesine zorlandıkları o duyguları, bütün bunları gün ışığına çıkartır. Başkalarında kötü bir şey haline gelen hassas zalimlik türü, onun muazzam dehası içinde kendisini hiçbir vicdan tanımayan bir önsezinin zalimliğine doğru inceltir. Böylesine titretici biçimde ihanete uğrayan bu zarif varlıkların tutkulu gizemlerini anlatmaktaki tereddütlerinin hiçbirine, zevk eşlik etmez. Kendilerini çok fazla teşhir olmuş hissetmekten dolayı ıstırap çekerler, ama bu zarif bir ıstıraptır. Aslında, biz insanların “en altta” artık daha da fazla düşemeyeceğimiz ya da daha da fazla maskesizleşemeyeceğimiz yerde hissettiğimiz tuhaf tatmin zonklaması, asla Dostoyevski’yi okuduğumuz zamankinden daha sık karşımıza çıkmaz. Ve bu da büyük ölçüde yalnızca onun, etin olduğu kadar ruhun da “azgınlığını” ve insan iradesinin daima kendi gerçekleşmesinin ve iyiliğinin değil ama aynı sıklıkla kendi yaralanmasının ve yıkımının da peşinde olduğu o şaşırtıcı ahlaksızlığı anlamış olması yüzündendir.
Dostoyevski, aslında, tatmin edilmemiş arzunun hayaletlerini pusuya düşüren ve sözü edilmemiş ihtirasların acınası ellere doğru uzandığı, insan beyninin alacakaranlığı bakımından iblisçe bir ifşa gücüne sahiptir. Alışıldık sıradan roman yazarlığı aygıtının, ifade edebileceği hiçbir dile sahip olmadığı belirli insani deneyimler vardır. O bunları, sıkıcı çözümlemeler içinde değil, karakterlerinin yaşayan çığlıkları, nefesleri, jestleri, beceriksizlikleri ve sessizlikleri içinde ifade eder. Kim, Dostoyevski gibi, bu kadar sık sık insani bir deneyim haline gelen, tutkulu aşkın tutkulu nefretle trajik birlikteliğini göstermiştir ki?
Kendi açtığı yaraları okşayan ve zalimliğin çatallı engerek-dilini öpen dudakların arasından vuran bu canavarca “nefret-aşk” – onun Püriten değişimlerini– o değilse kim böyle hızla yakalayabilmiştir? Sanırım, insan bunu sahiden düşündüğünde, hepimizin en derininde iki “temel duygu” – kibir ve korku pusuya yatar. Diğer yazarların özellikle dar kafalı gibi göründükleri şey, bunların cinnetleri hakkındaki, bunların yön verdiği çılgınca eğilip bükülmeler hakkındaki bilgileridir. Dostoyevski’yi okurken, yeniden ve yeniden, insan bu adamın gizli gururumuzun – ve gizli korkumuzun– labirentimsi geri çekilmeleri hakkındaki önsezisinden duyduğu şaşkınlıkla tam da boğazından yakalanır. Karakterleri, birbirlerinin öz-saygısının titrek kökenlerine saldırdıkları belirli anlarda, gerçekten de safra ve irin kusuyor gibidirler. Ama bu mayalanan zehir, bu kaynayan köpük, yalnızca her ülkede, her gün, yüzeyin altında olup bitmekte olanların ifadesidir.
Dostoyevski’nin Rusları kaba anlamda gevezedirler ama gevezelikleri evrensel insani hastalığın şeytani ironisine dokunur. Düşünceleri “bizim” düşüncelerimiz, saplantıları “bizim” saplantılarımızdır. Kimse, mağrur güvenliği içinde, şunu deme hakkına sahip olduğunu düşünmesin: “Bu maraziyette benim hiçbir rolüm yok. Ben bu zavallı delilerden farklıyım”.
Bu kitapları okurken deneyimlediğimiz meraklı sinirli ferahlama tek başına yeterli bir doğrulamadır. Bizleri zora soktukları kadar, ferahlatırlar da, çünkü bu sayfalarda hepimiz kimseye asla itiraf etmemiş olduğumuz şeyleri itiraf ederiz. Öz-sevgimiz hakarete uğrar ama ödenen bir kefaret, hafiflemiş bir yük anlamına gelen titretici zevkin o tuhaf arkadaşlığıyla birlikte hakarete uğrar. İsterseniz “dejenerasyon” sözcüğünü kullanın. Ama bu anlamda hepimiz “yozlaşmışız” çünkü insanların imal edildiği madde başka türlü değil böyle dokunmuştur.
Elbette Rus ruhu kendi özgünlüklerine sahiptir ve bu özgünlükleri başka hiçbir yerde olmadığı gibi Dostoyevski’de hissederiz. Tipik Slav yazarı, Tolstoy ya da Turgenyev değil, odur. Ama Rus ruhunun başlıca özgünlüğü bütün insanların hissettiğini ifade etmekten utanmamasıdır. Dostoyevski’nin sadece bir Rus yazarı olmayıp evrensel bir yazar olmasının nedeni budur. Fransız bakış açısından bakıldığından berraklıktan ve mizahtan yoksun gibi görünebilir; İngiliz bakış açısından bakıldığında çatışkılı ve ahlak-dışı gibi görünebilir. Ama her ikisi karşısına da tek bir avantaja sahiptir. Nihai sırra, belki de, Shakespeare ve Goethe dışındaki hiçbir Batılı yazarın asla yaklaşamadığı gibi yaklaşır. İnsan dokusundan yapılma parşömenin üzerine insan sinirleriyle yazar ve harekete geçtiği karanlıktan, “cehennem cehennemi çağırır”.
Dostoyevski’nin önsezisi, diğer şeylerin yanında, “ahlak” ve “din” arasında ifade ettiği köklü ayrımla da kanıtlanmıştır. Birçoklarımız orospuların ve katillerin ve soyguncuların ve ayyaşların ve tecavüzcülerin ve aptalların, sahici ve tutkulu bir dinsel inancı dile getirdiklerini ve umarsız bir ilgiyle dinsel sorunları tartıştıklarını gördüğümüzde bir nevi şok geçiririz. Ama boş ve insanlık dışı olan onun değil, “bizim” psikolojimizdir ve en çılgınca ihtiraslar konusunda saplantılı bir tabiatta sahici dinsel duyguların var olması evrensel deneyimin bir fenomenidir. Aslında, onun bakış açısına göre en karakteristik biçimde Rus olan şeyin –ki bize böyle söylemiştir– bir hayat ideali olarak, genelde “ahlak” olarak adlandırılan şeyin yerine “kutsallık” olarak adlandırılabilecek olan şeyi ikame etmek olduğu söylenebilir. Dostoyevski’nin anahtarına sahip olduğu “Hıristiyanlık”, gurura ve öz-korumaya dayalı sıradan ahlaki yasaların kaybolup yerlerini bir başka şeye bıraktıkları bölgelerin esrik bir işgalinden başka bir şey değildir. Bunun sırrı, pişmanlık ve nedametin ötesinde, “aşk”ın dönüştürücü gücünde; aslında, acıma ve terör tarafından temizlenen “görüş açısında” yatmaktadır; ama kesin doğası tarif edilir olmaktan ziyade hissedilebilir olan bir şeydir.
Onun “güçlü” olanın zıddı olarak “zayıf” olan karşısındaki ilgisinin açıklamasını bulduğumuz yer, bu kendi Hıristiyanlığıyla, alışık olduğumuz Hıristiyanlıktan bütünüyle farklı olan bir Hıristiyanlıkla kurduğu bağlantıdır. Hıristiyanlıkla, İngiltere’de ve Amerika’da varlığını hissettiğimiz belirli bir ustalıklı, ahlaki, fikrinde ısrarcı enerji arasındaki bağdaşma, bizler için onun verdiği anlamı anlamayı zorlaştırıyor olabilir. Bizim için Rusya’yı ve Rus dinini anlamayı zorlaştıran şey tam da bu türden bir şeydir.
Ama insan Dostoyevski’yi okurken, ister kozmik bir sır olarak anlaşılsın, isterse insan ıstırabına yönelik bir Nepenthe, Hıristiyan İnancının kadir olduklarının henüz yalnızca ucuna dokunmuş olan biz Batılı ulusların sahip olduğu bir kuşkudan kaçınmak imkânsızdır.
Bir kahin kesinliğiyle, hayatın hareketinin itkisinin ne kadar büyük bir bölümünün daima güçlüyle zayıf arasında sürüp gitmekte olan çılgınca mücadeleden kaynaklandığını görmüştür. Bu mücadele üzerindeki vurgularıdır ki Nietzsche’nin korkunç yeniden değerlendirilmesine giden yolu temizleyen o şaşırtıcı “zayıfın tiranlığı” teşhirlerine yardımcı olmuştur. Nietzsche’nin parıltılı karşı saldırılarını başlatmasına yardımcı olan, Dostoyevski’nin Acıma Dininin patolojik alt topraklarına uzanan iblisçe önsezisidir, ama “genel durum”la ilgili bakışları bu biçimde birleşirken, vardıkları sonuçlar taban tabana farklıdır. Nietzsche için insanlığın umudu güçlüde yatar; Dostoyevski içinse zayıfta. Tek anlaşma zeminleri her ikisinin de küstah vasatlık ve normallik iddialarını reddetmeleridir.
Bu cehennem Balıkçısının izlediği çizginin sonunda, gümüş balığı gibi ortaya çıkan en çarpıcı “hakikatlerden” biri, Normalden her türlü kopuşun mistik bir aydınlanmanın aracı haline dönüşebileceği “hakikati”dir. Bir yönde suça yönelebilecek olan aynı zihni sapkınlık ya da sapma, bir başka yönde, olağanüstü ruhsal kehanete yönelebilir. Ve bu da normal tipten “her” türlü sapma için ve olağanüstü heyecan ya da baskı altında normal kimselerde görülebilecek olan her türlü ruh hali ve eğilim için geçerlidir. Aslında, kuram, en eski ırklar kadar eskidir. Mısır ve Hindistan’da, Roma ve Atina’da olduğu gibi, tanrıların daima kendi iradelerini bu tür hastalara kimi özel biçimlerde ifade ettikleri ve gizlerini ifşa ettikleri düşünülürdü. Bilgeliğe normal sağlık ve akılcı makullük yolu üzerinden ulaşıldığı görüşü daima “felsefi” bir görüş olmuştur, ama asla “dinsel” bir görüş olmamıştır. Dostoyevski’nin hâkim fikri, aslında, Pauline düşüncesiyle önemli akrabalıklar taşır ve elbette Evangelik doktrinin oldukça meşrulaştırılabilir bir türevidir. Ancak, bu yine de bizim Batılı zihnimizi şaşırtır.
Dostoyevski’nin kitaplarında, deliler, aptallar, ayyaşlar, veremliler, yozlaşmışlar, hayalciler, gericiler, anarşistler, nimfolepler, caniler ve azizler bir tür “Macabre Dansı” içinde birbirlerine karışırlar, ama içlerinden hiç birinin kendi esriklik anı dışında bir şeyleri yoktur. En kötüleri, savurgan çılgınlıkları ve aşırı vicdan azaplarına bir örnek olması için Audrey Beardsley’i gerekli kılabilecek olan yaklaşımlar ve jestler ima eden o küçük fantastik ihtiraslı süpermenler grubu, zaman zaman, ilahi bir yüce-gönüllülük hali sergiler. “Ecinniler”de Nikolay Vsyevolodovitch Stavrogin; “Suç ve Ceza”da Svridigilaiof Dounia’nın gelecekteki iğfalcisi ve “Karamazof Kardeşler”deki İvan, hepsi de ilhamlarını on binlerce iblisten almış olmalarına karşın, belirli bir esrarengiz ruhsal büyüklükten yoksun diye tanımlanamazlar. Belki de onlarda ilginç olan şey, incelikli kötülüklerinin “duyusal” bir özellik olmaktan ziyade “ruhsal” bir özellik olmasıdır, ya da başka bir ifadeyle, en duyusal saplantılarında ruhsal inceliğin cehennemsi derinlikleri mevcuttur. Dostoyevski’de anımsadığım bütünüyle “temelli” tek cani, Stavrogin’in hayranı Peter Stepanovitch’dir ve o da zaman zaman arkadaşına tapıncının halis yoğunluğuyla birlikte dönüşür ve şekil değiştirir. Çeşitli sapkınlıkları ve hastalıkları, bu kitaplarda, ruhsal önsezinin vasatları haline gelen bütün sapkınları ve anormalleri sıralamak, okuru, kendileri de ritüelistik şarkılar gibi olan isimlere boğmak olacaktır. Dostoyevski, sürekli olarak her türlü trajedi ve sefaletle uğraşmasına karşın, Karamsar diye adlandırılamaz. Evangelik “Kesin Mutluluklar”ın ruhundan öylesine köklü biçimde etkilenmiştir ki onun için “yoksulluk” ve “uysallık” ve “acıkma ve susama” ve “ağlama ve sızlama” daima gerçek anlamda “kutsanmıştır” – yani, bunlar kabule giden bir yol, tarifsiz coşkunun kederli kapılarıdır.
Çizdiği en güzel karakterler belki de Alyoşa Karamazof ve Prens Mişkin’dir; bunların her ikisi de genç adamlardır ve her ikisi de öylesine çok İsa’ya benzerler ki, insan onları okurken, o Kişinin, şu ana kadar İzleyicilerinden saklanmış olan mizacına ait bir şeylerin, bu Rus’a geçtiğini fark etmeye zorlanır. Çevrelerini saran Cahillere karşı hamlelerinin naif ve yine de ironik sanatsızlığı insana tekrar tekrar, Oscar Wilde’ın imasını kullanmak gerekirse, Kurtarıcının Saldırganlarını şaşırttığı İlahi “nükteleri” anımsatır. Dişi Colporteur’üyle birlikte Kuğunun Mucizesi’ni okuyan Stephan Trophinovitch; fahişesi Sonya ile birlikte Lazarus’un Dirilişi Mucizesini okuyan Raskolnikoff, İngiliz zihnini basit bir melodramik duyarlılık olarak çarpabilecek sahnelerdir, ama Dostoyevski’nin gizine ermiş olanlar bunlarda bundan ne kadar fazlası olduğunu ve bunların şeylerin sırrının ve şeylerin mizahının ne denli derinliklerine dek uzandıklarını bilirler. İnsan Dostoyevski’deki sürekli olarak tuhaf ve muğlâk tabiatları insanın düşüncesini Evangelik basitliklerin yeterince uzağına taşıyan pasajlarla; aslında, aynı anda çok güzel ve çok tekinsiz olmaları nedeniyle insana Goethe’nin ya da Spinoza’nın kimi iblisçe deyişlerini düşündüren pasajlarla karşılaşır ve yine de bu pasajlar bile “eski durumlar”a, eski “kavşaklara” yeni ve güçlü bir ışık tutmaktan daha fazlasını yapmazlar. Dostoyevski zayıflığın, hastalığın ve ıstırabın nasıl görüş açısının organları haline gelebileceğini belirtmekle yetinmez; kimi şahısları kendilerini bütün o ruhsal kırbaçlanma hali içinde mahva sürükleyen gizli ve sapkın zalimliği tanımasıyla çok daha ötelere ulaşır –herkesten çok daha ötelere.
Felsefi faydacıların herkesin kendi mutluluğunun peşinde olduğu yolundaki aksiyomlarının ne kadar saçma olduğunu herkesten daha iyi anlamıştır. Sinirleri geren bir incelikle, yeniden ve yeniden, çılgın kendi kendini kurban etme, öz-yıkım ihtirasının insan ruhu için ne denli sarhoş edici olduğunu gösterir. Nietzche bu tür tekil ruhsal cümbüşlere kapı aralayan ahlaksız Diyonistik muskayı gerçekten de ondan öğrenmiştir.
Dostoyevski’nin yöntemi konusunda hiçbir şey, kimi meraklı insan türlerinin “kendi kendilerini aptal durumuna düşürmek” için sergiledikleri çılgınlık konusundaki kasıtlı ısrarı kadar karakteristik değildir. Bu dikkatli öz-aşağılamanın daha kutsal yönleri hiçbir yorum gerektirmez. İsa’nın Budalası olmak ruhumuzun selameti için elbette iyi bir şeydir. İnsanın, onun kılavuzluğuyla daha da fazla takip etmesi gereken şey, insani girdapların içindeki kimi terk edilmişlerin ayaklar altında çiğnenmek ve hiçe sayılmak için duydukları o tuhaf tutkudur. Bu tuhaf insanlar –ama bunlar sanıldığından daha fazladır– anormal biçimde muamele edilmekten neredeyse duyusal bir zevk alırlar. Tam da katillerinin önündeki tozu yalarlar. “Demiri öpmek” için koşarlar. Tıpkı “L’esprit Souterrain” öyküsündeki kahraman gibi, özenle utandırıcı durumlara doğru koşanlar; aptal gibi görüneceği durumlara ve insanların arasına doğru koşanlar, bu tip insanlardır – daha da derinlere batarak “aptallıklarının” seyircileri üzerinden kendi kendilerinden intikam alırlar.
Dostoyevski “normal” erkeklerin anormalliklerine dair önsezisiyle bizleri hayrete düşürüyorsa, kadınları ele aldığında daha da şaşırtıcıdır. Kimi sahneler vardır—“Budala”da Aglaia ve Nastasya arasındaki sahne; “Suç ve Ceza”da Sonya ile Raskolnikoff’un annesi ve kızkardeşi arasındaki sahne; Liza’nın Stavrogin’i yangından sonraki sabah terk ettiği “Ecinniler”deki sahne; ve çılgın Karamazof kardeşlerin âşık olduğu kadının, bir öfke nöbetinde, kendisinin ve onların sinirlerini paramparça ettiği sahne – bunlar kendilerini zihne yıkıcı görüş açısının en son sınırına erişmesi olarak kazırlar.
Dostoyevski’yi okurken insanın üzerinde kalan nihai izlenimi özetlerken birçok tuhaf tepki de itiraf edilmelidir. Kuşkusuz kıyaslandıklarında bütün diğer romancıları soluklaştırma; soluk –ya da sanatsal ve retoriksel– hale getirme gücüne sahiptir. Belki de sahip olduğu en belirgin etki insanı “birçok kapısı” olan bir evren fikriyle terk etmesidir; birçok kapısı olan ve hiç de az sayıda olmayan korkutucu karanlık geçitleri olan bir evren; ama “kapalı” ya da “açıklanmış” olanın tam zıddı bir evren.
Kitaplarının bir teki bile “mutlu” sona ermez, nihai izlenim umutsuzluğun tersine çevrilmesidir. Trajedi çılgınlığı, Diyonistik bir biçimde bunu kucaklaması, her türlü olgunlaşmamış umutsuzluğu dışlar. Belki de oyalanan şey insanın duyularının gizemli “sapkınlığındaki” köklü derinleşmedir, bu kendisi de bir tür kefaret olan bir sapkınlıktır, çünkü keyfiliği ve kararsızlığı ima eder ve bu şeyler ıstırabın tam ortasında bile, güç ve zevk demektir.
O zamanımızın tuhaf ve felç edici fatalizmine karşı mümkün olan en iyi panzehirdir, bu çok fazla “çevre” ve çok az “karakter” yaratan ve basit dünyevi ve maddi başarıya bir tür ilahi imtiyaz bahşetme eğiliminde olan bir fatalizmdir. Kendisine modern sanayi ve finansın “güçlü”, etkin ustaları gibi tiplerle bile “ilgilenme” izni veren bir kuşak, Dostoyevski’nin “yozlaşmışları”nın ellerinde birkaç ahlaki şok yaşamayı da pekâlâ kaldırabilecek olan bir kuşaktır. Anlattığı dünya, sonuçta, Rus isimlerine karşın, sıradan insani düşüklüğün dünyasıdır. Kendisine müteşekkir olmamız gereken şey böylesine zengin ve derin, anlaşılmaz çukurlar ve sonu gelmez pencerelerle böylesine dolu olarak resmedilmiş olması yüzündendir.
Bütün büyük yazarlar, kendi yeteneklerini yanlarında taşırlar ve başkaları yıkım ve güzellik arzumuzu ve kimi başkaları da basitleştirme ve akılcı biçim özlemimizi tatmin ediyorsa, onun taşıdığı gizemin ve tutkunun, gizli umutsuzlukların ve saklı esrikliklerin, tuhaf feragatlerin ve bunlardan da tuhaf zaferlerin imaları da bütün bu garip oyun hakkındaki duyumuzu daha da keskinleştirecek gibidir. Geriye dönüp bu şaşırtıcı kitaplara bakarken, Dostoyevski’nin “Doğa” duygusunun bıraktığı izlenimi belirtmek şaşırtıcıdır. İnsanın karşısına çıkan hiçbir yazar, modern yapıtın böylesine usandırıcı bir yönü olan “sahneyi tanımlama” eğilimine daha az sahip değildir. Ve yine de Rus sahnesi ve Rus iklimi de, biz farkına varmadan, bir şekilde, beyinlerimize kazınmış gibi görünür. Dostoyevski bunu, sayısız küçük yan dokunuşla ve gelip geçerken ki kinayelerle, kasıtlı olarak yapar, ama genel etki insanın zihninde olağanüstü bir samimiyetle kalır. Büyük Rus şehirlerinin Yazları ve Kışları, köprüleri, nehirleri, meydanları ve kalabalık meskenleri; antika taşra kasabaları ve civar köyleri; neredeyse ıssızlaşmış varoşların metruk semtleri; ve, bütün bunların ötesinde, yalnız yolların kestiği, geniş, melankoli ovalarının duygusu; bu tür şeyler, detay içerdikleri insanların tutkuları ya da hüzünleriyle iç içe, belleğe unutulmaz bir biçimde kendi kişisel maceralarımızın sahneleri ve iklimi gibi geri döner. Bu Loti’nin ya da D’Annunzio’nun öz-bilinçli “sanatı” değildir; Lear ya da Macbeth’te bizi bulanık güzelliği ve terörüyle yakalayan daha nüfuz edici ve yaratıcı bir “imacılıktır”, insanlık ve onun “girişleri ve çıkışları”nın tanıdık Sahnesi arasındaki bu incelikli içsel nüfuz etme eylemi, bu kitapları okurken üzerimize böylesine ağır bir biçimde abanan “kozmik” kaderin–ki insan başka hiçbir sözcüğü kullanamaz- ağırlığının sadece tek bir bölümüdür. Başka yazarlarda insan temel karakterlerle “tam bir devre” gittiğinde ve “tanımlayıcı düzeni” not aldığında, her şeyin tamamlandığını hisseder. Burada, Aeschylus ve Euripides’te olduğu gibi, Shakespeare ve Goethe’de olduğu gibi, insani güçlerin insanlığın ötesinde ve altında, doğanın ötesinde ve altında çatışmasının imalarıyla yalnız kalırız. İnsan sözü edilmemiş ve tarif edilemez şeylerin kıyısında kalır. İnsan “deniz kıyısında spor yapan çocukları duyar ve sürekli yuvarlanan güçlü suları işitir”.
Sıradan hayatta bizi şu ya da bu biçimde kişisel duygu, tat ve deneyimler yönlendirir ve iyi ki de bunlar yönlendirir –başka ne yapabiliriz ki? Din için savaşırız ya da Dine karşı savaşırız. Ahlak için savaşırız ya da Ahlaka karşı savaşırız. Gelenekçiler ya da Asiler, Gericiler ya da Devrimcilerizdir. Yalnızca kimi zaman, İnancımızın ve İnancımız Olmayanın öfkesi içinde, dünya-kenarlarından üflenen gizlerin, formüle edilmemiş umutların hayal edilememiş fısıltıları ve ipuçları gelip bizi bulur. O zaman bildiğimiz insanların ve şeylerin yüzleri tuhaf ve uzak bir hal alır ya da yerlerini bilmediğimiz yüzlere ve “havadan daha hafif olan” şeylere bırakırlar. O zaman en gerçek olan en hayal gibi ve en imkânsız olan en sahici gibi görünür, çünkü Hayatın sularının akışı yeni bir ritim kazanmıştır ve Satürn’ün çocukları bile kalplerini kaldırabilirler!
Makinenin –“Acıtıcı Denilen Yıldızın”– dünyaya hâkim olduğu bu günlerde, katı ve küstah bir sinizme ya da daha da umutsuz ve bezdirici bir ironiye yuvarlanmak ölümcül biçimde daha kolaydır. Kalabalığın zekice olmayan neşesi insanı öylesine hasta eder ki; kiralık vaizlerinin samimiyetsiz safsataları insanı öylesine boş bir depresyonla doldurur ki, kimi zaman normal zekânın hak ettiği tek ruh hali vurdumduymaz kayıtsızlık ve evrensel alaymış gibi görünür.
Bütün insanlar yalancıdır ve “Nihai Yararsızlık” dehşet verici biçimde maskesini sıyırır. Pekâlâ! Tam da bu saatlerde, tanrıların küçük kıskaçlarının özellikle kıstırıp sıkıştırdığı bu saatlerde Fyodor Dostoyevski’nin sayfalarını çevirmek iyidir. Bize tuhaf insanların ellerinin arasındaki “Gilead Merhemini” getirir, ama bu gerçekten de “kaymaktaşından yapılma değerli bir merhem kutusu”dur ve içindeki çiçekler Ölümün Evinden çalınmış olsalar da, insan bunun bir zamanlar kimin ayaklarına döküldüğünü ve kimin uğruna kırıldığını bilir!
Bu dünyadaki en değerli kitaplar hayatın gizemini bir sistemle çözüyormuş gibi yapan kitaplar değildir. Belirli bir ruh hali, belirli bir mizaç –aslında, inanılmaz sürprizler için hazırlanan bir ruh hali– hiçbir sürprizin kahredemeyeceği bir mizaç yaratan kitaplardır. Dostoyevski’nin bu kitapları daima bu büyük sarsıntıdaki yerlerini almalıdır, çünkü hiçbir sonuca varmamasına ve hiçbir kehanette bulunmamasına karşın, etrafımızı sardığı atmosfer Hayatın ve Ölümün “eşit” olduğu bir atmosferdir; insanlarının yaptığı jestler, büyük karanlıkları içinde, “Tanrının ötesine ve Şeytanın ötesine” geçerek yoluna gidenin jestleridir.
Dostoyevski bir sanatçıdan daha fazlasıdır. O belki de –kim bilebilir?– yeni bir dinin kurucusudur. Yine de “kurduğu” din insan tarihinin sayabileceğinden çok daha uzun yıllar boyunca bizi anlatmış olan bir dindir. O, İsa’yı herkesten daha çok elle dokunulur ve yakın kılar –fazlaca elle dokunulur! Terörü!– içinden birbirimize farklı Cehennemlerimizin sinyallerini gönderdiğimiz, o baskıcı karanlığın gölgeli, canavarca ağırlığı. “O” sallanır ve titrer, birleşir ve yeniden birleşir, kalınlaşır ve derinleşir, batar ve çıkar ve biz bütün bunlar boyunca kendimizin yapmış olduğu Şeyin ve onun içine dolan katlanılamaz fısıltıların kendi düşüncelerimizin, kendi ihtiraslarımızın, kendi korkularımızın, kendi berbat yaratıcı hayallerimizin çocukları olduğunu biliriz.
Dostoyevski’nin kitapları, insan onları değerlendirirken, gizemli bir biçimde hep birlikte tek bir kitaba akar gibi görünür ve bu kitap Son Yargının kitabıdır. Bizleri sürüklediği, tenha bataklıklarla, terk edilmiş alanlarla, baldıran membaları ve ağaç kökleriyle dolu, çanak çömlek parçalarının ve tarifsiz süprüntülerin Golgotha’sı olan büyük meçhul ülke, en içerideki kendimiz olan ve başka hiç kimsenin değil bizim “yanıt verilebilir” olduğumuz sezgilerin Ülkesidir.
Bu Ülke boyunca, bu terörü paylaşacak belki de kendimizinkiler kadar soğuk ve ölü kimi parmakları hissederek ve belki de hiçbirini bulamayarak gezeriz, çünkü ileri doğru el yordamıyla yürüdükçe karanlıkta acımasızlaşmış ve kendimiz de yarı ölü bir haldeyken, ölüleri aşağıya doğru çekmişizdir ve ölüler affedemeyecek olanlardır; çünkü katledilen “aşkın” affedeceği bir kalp yoktur: ”İsa asla gelmeyecek mi?”
kaynak: visions and revisions: a book of literary devotions / çevirgen: soner torlak