sanatsepet

lotte laserstein’ın neredeyse hiç bilinmeyen eseri “stüdyomda” neden 20. yüzyılın en iyilerinden biridir // christopher p. jones

lotte laserstein’ın 1928 tarihli yağlıboya resmi “stüdyomda” bana göre 20. yüzyılın en ihtişamlı resimlerinden biri ve çok az bilinen bir resim olmasına rağmen son dönem sanatının en iyi eserleri arasında sayılmayı hak ediyor. nedenini anlatayım.

Bu resim bana göre 20. yüzyılın en ihtişamlı resimlerinden biri ve çok az bilinen bir resim olmasına rağmen son dönem sanatının en iyi eserleri arasında sayılmayı hak ediyor.

Bu resmi yapan sanatçıya özel bir düşkünlüğüm olduğunu itiraf etmeliyim. Adı Lotte Laserstein; tabloda şövalenin başında resmedilmiş. Birkaç yıldır onun sanatını ve 20. yüzyıl resmine yaptığı katkıyı kendi kendime takdir edip hayranlıkla fark ediyorum diyebilirim.

Erken gelen başarı ve Nazi baskıları

İlk bakışta standart bir nü çalışması gibi görünüyor. Ancak sanatçının resmin içindeki konumu dikkate değer bir şey yapıyor: resmi, sanatçının kendi yaşamı ve daha geniş anlamda, yapıldığı dönemde modern toplumdaki kadınlar üzerine sofistike bir yoruma dönüştürüyor.

Stüdyomda, Lotte Laserstein tarafından 1928 yılında yapılmıştır. Ön planda beyaz bir çarşafın üzerine uzanmış çıplak bir model tasvir edilmiştir. Orta planda sanatçının kendisi şövalesinin başında görünür. Arka planda ise Laserstein’ın atölyesinin bulunduğu Berlin’in Wilmersdorf semtinin karla kaplı çatıları görülüyor.

Laserstein, Weimar Cumhuriyeti döneminde Berlin’de yaşamış ve eserlerini de burada vermiştir. Büyük ölçüde Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları nedeniyle, bu dönem siyasi ve ekonomik huzursuzlukların yaşandığı bir dönemdi. Yine de, biraz paradoksal olarak, 1920’lerin Berlin’i aynı zamanda hızla gelişmekte olan modern bir şehirdi. Kültürel ve toplumsal normlar değişim içindeydi ve o dönemde diğer Batı ülkelerinde olduğu gibi, kadınların algılanan rolü ve statüsü hızla gelişiyordu.

Bu ortamda Laserstein, genç yaşta ressam olma ve asla evlenmeme niyetini açıklayarak bir sanatçı olarak yolunu çizdi. (1938’de Nazi rejiminden kaçarken İsveç vatandaşlığını alabilmek için İsveçli bir adamla, Sven Marcus’la evlendi, ancak ikisi hiçbir zaman birlikte yaşamadı.)

Berlin’de sanat eserlerini sergilemek ve satmak için pek çok fırsat vardı, ancak erkeklere kıyasla Laserstein’ın sanat ortamına tam olarak erişmesi hâlâ zordu. Örneğin kadınlar ancak 1910’larda Alman sanat okullarına kabul edilmeye başlanmıştı.

Laserstein o dönemde Berlin Sanat Akademisi’ne kabul edilen az sayıdaki kadından biriydi. Başarılı olarak 1925’te akademinin altın madalyasını kazandı ve eğitiminin son iki yılında hocası Erich Wolfsfeld’in yıldız öğrencisi (Atelier Meisterschüler) oldu, bu durum ona kendine ait bir atölyeye sahip olma şansı sunmuş oldu.

Gelir elde etmek için stüdyosunda özel dersler verdi. Yarışmalara katılarak ve çağdaş resimli dergilerde resimlerini yayınlayarak kamuoyunda tanınmaya çalıştı. Resim tarzı, modernist gerçekçilik ile çalışmalarına güvenilirlik kazandırabilecek daha geleneksel temsil biçimleri arasında ince ve sofistike bir çizgide ilerliyordu.

Sanat tarihçisi Marsha Meskimmon da benzer bir okuma yapıyor: “Laserstein’ın o dönemde çalıştığı bağlam içinde bakıldığında, bu resim ‘kadın’ ve ‘sanatçı’ kategorileri arasındaki sorunlu ilişkinin ve bunların anlamlı bir şekilde bir araya getirilebileceği bir biçim bulma çabalarının paradigmatik bir örneğidir.”

Yine de Laserstein’ın bir sanatçı olarak umut verici çizgisi, 1935’ten sonra Almanya’daki yeni Nazi ırk yasalarının onu “Dörtte Üç Yahudi” olarak etiketlemesi ve kendi ülkesinde halka açık sergiler açmasının yasaklanmasıyla kısıtlandı. Daha sonra atölyesini terk etmek zorunda kaldı ve bir süre özel (ve tehdit altındaki) bir Yahudi okulunda öğretmenlik yaparak geçimini sağladı. 1937 yılında İsveç’e göç etmeyi seçti.

Zorunlu göçü birçok açıdan avangart kariyerinin sonu anlamına geliyordu. Artık Avrupa’nın en canlı şehirlerinden birinde yaşamıyordu. Ve bundan sonra da, kariyerinin ilk yıllarında eleştirmenler tarafından kendisine yönelik gösterilen ilgiyi hiçbir zaman bir daha elde edemedi.

Modernliğin sembolleri

Stüdyomda‘da resminde göze çarpan ilk şey, son derece ince ışık ve gölge oyunlarıdır. Kompozisyon kasıtlı ve üzerine incelikle düşünülmüş şekilde kurulmuştur. Resmin genel formu, Annibale Carracci ve Titian’ın ünlü örnekleriyle sanattaki uyuyan Venüs geleneğine bir göndermedir.

Laserstein’ın modeli, Carracci’nin yaklaşık 1603 tarihli Uyuyan Venüs tablosunda olduğu gibi, kolunu kaldırmış ve elini başının arkasına koymuş şekilde uzanmıştır.

Titian’ın Urbino Venüsü olarak bilinen ünlü tablosuyla yapılan karşılaştırmalar da anlamlı olacaktır: Titian’ın modeli mons pubisini gevşekçe kavranmış bir elin arkasında korurken, Laserstein erojen bölgeyi resminin merkezine yerleştirmiştir.

Gerçekten de, modelin başını arkaya doğru eğmesi ve sol kolunu yanında sallamasıyla, eser bizlere erotizme dair bir ipucundan daha fazlasını sunmaktadır.

Laserstein’ın resminde bir gerçeklik oyunu da söz konusudur. Sanatçının resmettiği tuval, bizim baktığımız resmin ta kendisi olabilir – ancak bu durumda tüm görüntü tersine dönmüş olur. Ya da alternatif olarak, tuval modelin arkadan görülen bir görüntüsüdür. Hangisi olduğunu asla bilemeyeceğiz.

O halde, bir tür geleneksel gerçek yaşam çalışmasına tanık oluyoruz, fakat birçok teamülü de alaşağı eden bir çalışma aynı zamanda.

Bir kadın tarafından resmedilen kadın çıplak motifi, normal eril bakışı atlatmayı becermektedir. Genelde imgenin cinselleştirilmesi anlamına gelen şey burada farklı bir anlam kazanır. Sanatçının resimdeki varlığı, sanatçı ve pasif kadın çıplak arasındaki ilişkinin alışılagelmiş “ticari mübadele” şemasına dönüşmesini engeller – çünkü model zaten sanatçıyla paylaştığı karşılıklı ilişkiye aittir. Çoğu zaman erkek ressamların alanı olan çıplak kadın, bu modernist resim eylemiyle geri alınır ve yeniden sahiplenilir.

Dahası, sanatçının kendi stüdyosuna sahip olması, kendini işin içine katarak bir nevi gösteriş yapması ve ayrıca çıplak modelleri resmetme özgürlüğü, bağımsızlığının ilanıdır. Kendisini modelin yanında resme yerleştirerek, bize yaratıcı eylemin kendisi hakkında, sadece modelin resmedilmeye değer olduğunu değil, aynı zamanda onu resmetme eyleminin de önemli olduğunu söylüyor.

Kısacası bu, Laserstein’ın geçen yüzyılın ilk yıllarında çalışan bir sanatçı olarak içinde bulunduğu çıkmazın gerçeklerini –tüm fırsatları, gelenekleri ve beklentileriyle birlikte– ilan eden bir resimdir.

Tüm bunlar da bu resmi zekice çizilmiş bir otoportre haline getirmektedir.

kaynak: medium.com / çevirgen: kromozom #0

Gönder gitsin