hayalci hücre,  sanatsepet

sınıf sorunsalı // kerem batumlu

hayalci hücre’nin “kozadan çıkış” kitaplarından kerem batumlu’nun “kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına” kitabının bir bölümü basına sızdı! edebiyat high societysinin türünün ne olduğu konusunda ateşli bir tartışma yürütüp birbirine küstüğü “kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına”dan “sınıf sorunsalı” başlıklı harika bölümü sunuyoruz. ışınlanın!

Ξ

sınıf sorunsalı // kerem batumlu

Otostop yaparak gezdiğim yazların birinde hokkabazlık malzemeleri satmayı denemiştim. Hokkabazlık daha moda olmamıştı. Henüz her hipsterın evinde arada vakit geçirmek için çevirdiği üç top yoktu. Hatta hipster diye bir şey de yoktu. Senelik Jonglörlük Buluşması/Festivalinin başlamasına daha on iki-on üç yıl vardı. Renkli hortumlardan ve araba lastiklerinden Türkiye’de hiç görülmemiş devil-sticklerden yapıp satmaya çalışıyordum. Gezgin Fransız’ın biri gösterene kadar biz de hiç görmemiştik zaten. Bir de balonların içine bulgur doldurarak yaptığım toplar vardı. Fransız nasıl geçiniyordu bilmiyorum ama ben hiçbir şey satamadım. Bir tane bile! (Gezginin geçinme meselesinin püf noktalarını öğrenmeme daha çok var. Öyle sadece tek bir ilginç zımbırtı satmayla kervan yürümüyormuş. Nasıl olduğunu değilse de nasıl olmadığını öğrendim.)

Sonunda annemden aldığım para suyunu çekti. Ne paranın ne de işin nereden bulunacağına dair hiçbir fikrim yok. Bir türlü ait olduğumu hissedemesem de içine doğduğum orta sınıfta, iş denilen şey, üniversite diplomasını aldıktan sonra CV doldurup, iş başvurusuna giderek bulunuyor. Sanayiye çırak vermek falan bizim köyün (Çankaya) adetlerinden değil. Elimde CV falan da olmayınca, iş denen şey uzak bir hayal, bir sis perdesi arkasında pek seçilmeyen bir olgu. O yaşlarda, yaz tatillerinde ya da okuldan sonra McDonalds’da part-time çalışıp ilk külüstür arabası için para biriktiren Amerikalı çocukların hayatının romantik bir cazibesi var gibi geliyordu. Ama fark ettim ki bizim buralarda McDonalds part-time eleman almıyor. Ful-time çalışan vasıfsız elemanlarına da asgari ücret veriyor. O parayla da eğer bir şey birikirse, anca elden düşme el arabası alırsın. Zaten McDonalds’ın iş ilanı verdiğini de hiç görmedim. Orada çalışanların nasıl işe alındığı benim için hala gizemini koruyor.

Fethiye, Olimpos arası sahil şeridinde hiç kimse benim kalifikasyonlarıma sahip bir eleman arıyor gibi görünmüyor. Kapı kapı gezip soracak kadar da gurursuz değilim. Benim gibi özel birini işe almak için peşimden koşmaları gerek. “Hmm evet, belki günde üç saat çalışabilirim. Tabii yaratıcı çalışmalarım için kendime zaman ayırmam lazım. Bu kadar mı ücret verebiliyorsunuz? Çok üzgünüm kabul edemem.” Sağda solda ‘eleman aranıyor’ yazıları görsem de girip de ne elemanını, ne koşullarda aradıklarını sormaktan hep çekindim. O kadar ciddi görünüyor ki iş bana, bir kere girersem bütün hayatım boyunca orada çalışacağım bir kontrat imzalamam gerekiyor sanıyorum. Yani sonuçta param bitti, sopa, top, mop hiçbir şey satamadım, beklediğim muhteşem iş teklifi de gelmedi. Okuduğum Jack Kerouac’ler boşa gitti. Macera falan yok. Boynumu büküp eve döndüm.

Türkiye’nin çok ilerisinde, vakitsiz hokkabazlık malzemeleri girişimim kafa üstü çakıldıktan sonra, babama tanıdığı bir yerlerde iş olup olmadığını sordum. Dev makinalarıyla biraz fabrikaya da benzediğinden, ilk önerdiği ‘Matbaa’ anında beni cezbetti. “Tamam, başka hiçbir şey söyleme. Kabul ediyorum! Cevabım “Evet!”

Babamın hatırı sayesinde ekstradan, istisnai koşullarda işe alınmış özel eleman olduğumdan diğer işçilerin aksine haftada beş gün, onar saat çalışıyorum. Fazla mesaiye falan da kalmıyorum. Ama çalışma saatleri dışında bir torpil yok. Sevkiyat bölümünde herkes ne yapıyorsa ben de onu yapıyorum. Kamyon yükle, kamyon boşalt. Tulumu da diğerleri gibi yaz modasına uyup kollarından belime bağladım. Atletten görünen kollarımı, pazılarımı sergileyip, güçlü, gururlu “işçi” imgesini yaşıyorum. Sovyet propaganda afişi gibiyim. Bütün toplum bizim cefakar, geniş omuzlarımızda taşınıyor. Sokakta yürürken kimliğini gizleyen Örümcek Adam gibi hissediyorum. Ah şu insancıklar kırmızı ışıkta kiminle yan yana beklediklerini bir bilseler… “Evet benim… doğru bildiniz, toplumu ayakta tutan işçi sınıfı benim. Hı-hı, evet, o Marx’ın bahsettiği. Teşekküre gerek yok. Evet tam da bu kollarla tutuyorum. Kaslarıma dokunmak ister misiniz?”

Böyle giderse iki ayda, bir yandan çalışırken bir yandan da sanatını icra eden, en dipten silkinerek doğrulmuş, halkı gerçekten de tanıyan, ayakları yere basan çok harbi bir sanatçı olup çıkacağım. Kesin! Toplumun çürümüşlüğü, işçi sınıfının, fakirlerin hayatı, dertleri, kapitalizmin gerçek yüzü hakkında ne şarkılar ne romanlar yazacağım diye seviniyorum.

Tabii renkli kuşe kağıtlı baskılar yapan matbaanın gazetecilikle bir alakası yok. Eski Arçelik broşürleri kağıt parası için iade ediliyor. Onları kamyondan indirip Bosch broşürlerini yüklüyoruz. Ama fark etmez zaten. Bunlar hep ileride yazacağım absürt edebiyata malzeme. Biz yabancılaşmış işçi sınıfıyız. Önümüze idam fermanımız da gelse bakmadan yükleriz kamyona.

Fakat absürtlük seviyesi anında boyumu açtı. Sevkiyattaki herifler şaka olarak yeni gelenlere amonyak bidonunu koklatıyorlar. “Şu bidonu kokla da bir bak bakayım deterjan mı, benzin mi o?” Alıp kokladım. Ayıldığımda herhalde en fazla bir-iki dakika olmuştur. Ama o arada bütün hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Gözlerim iki gün boyunca yanmaya devam etti. Aynı ‘şaka’yı kağıt getiren kamyondaki başka bir şaşkına yapacaklarken çocuğu uyarıp oyunu bozdum. Milletin eğlencesine böyle limon sıkınca da sevkiyat katında hiç kimseyle arkadaş olma ihtimalim kalmadı. Zaten fazla bir muhabbete girebildiğimiz de yoktu. O gün paydos saatine kadar kimse sataşmak için bile konuşmadı benimle.

Her akşam mesaiyi bitirince de eve gelip arkadaşlarla prodüksiyona oturuyoruz. Elimizdeki kırık dökük malzemeyle bütün gece Cemiyette Pişiyorum’un ve benim kendi grubumun albümünü kaydetmeyle uğraşıyoruz. Şansım varsa beş-altı saat uyuyup kahvaltı etmeden işe gidiyorum.

Yaptığımız müziğin de hiçbir şeye derman olacağı yok. Ama bayağı kendimizi adamışız, ciddiye alıyoruz. Yaptığımız en önemli şey, hatta herkesin yaptığı her şeyden daha önemli. Çokça da uğraşıyoruz ama her şeye o kadar karşıyız ki… bu müziğin bir gün tutulacağı, tutulsa da para kazandıracağına pek ihtimal vermiyoruz. Hatta para getirmeyecek bir sanatla uğraşmayı daha büyük bir erdem sayıyoruz. Barda çalıp elli lira alan adam da en az Serdar Ortaç kadar sistemin kölesi. On dokuz-yirmi yaşlarında olduğumuz için de çok takmıyoruz. Gelecek çok uzakta. Daha dünya kadar vaktimiz var. Sözde umudumuz yok ama hepimiz gece yatınca ayrı ayrı, birbirimizden gizli ünlü olma hayalleri kuruyoruz.

Tabii gece, işin üzerine yapılan prodüksiyon çok da verimli olamıyor. Hafta sonu rahatlarım diyordum ama cuma akşamı iki biradan sonra bütün hafta sonunu uyuyarak geçirdim.

Sevkiyat tayfasının mizah anlayışına tepeden bakıp milletin keyfini kaçırdığım için Pazartesi sabahı oradaki şef arkadaş paketleme bölümünde elemana ihtiyaç olduğu bahanesiyle beni oraya sürdü. Çok da şeyimdeydi. Paketlemede işi göstersin diye Murat diye bir adamın yanına verdiler. Karşılıklı çalışıyoruz, ben dergileri yirmişer yirmişer ayırıp bandın üzerine koyuyorum, Murat da makinenin kıdemlisi ya, dergileri düzeltip plastik sarıcının içine doğru itip düğmeye basıyor. Ne zaman ki paletteki bütün dergileri bitirmek üzereyiz, biraz boş kalıp oturacağız derken hemen yeni palet geliyor. Paletlerin sonu yok.

Sevkiyat, paketleme… nereye gidersem gideyim, ilk günden konu bir şekilde açılıyor, üniversitede okuduğumu söylüyorum. Zengin çocukları gibi yazı Bodrum’da Marmaris’te geçireceğime delikanlı gibi çalışıp kendi ekmeğimi kazandığımı söylersem bana bir saygı, bir yakınlık duyarlar diye bekliyorum. Ama üniversite demek, sadece oraya ait olmadığım, geçici olduğum, ileride matbaanın yukarı katında çalışacağım, üç kat maaş alacağım anlamına geliyor. ‘Psikoloji bölümü’nün ise hiçbir karşılığı yok. Alt katta hayatında psikolog görmüş kimse yok. Fakat Murat’ın psikoloji konusunda kendine ait fikirleri var. Psikologların kralını tanıyor.

“Psikolojinin kralı var ya… kim biliyon mu? Freud. Adam ne dediyse hepsi çıktı. Ne demiş Freud? Seks ve şiddet! İşte bak Türk Erkeğine, seks ve şiddet. Ne dediyse birer birer hepsi çıkmadı mı? Bak bi’ de taa o zamandan bilmiş hepsini. Düşün bak, o zamanlar teknoloji, meknoloji, bilgisayar falan da yok. Valla büyük adam Freud. Kralını tanımam.”

Sevkiyatta oraya git buraya gel, kamyona bin, başka yerden mal yükleyip gel gibi aksiyonlar vardı. Burada ise her gün, sabahtan akşama Murat’ın karşısında çakılı geçiyor. Konular cep telefonu, araba, karılar, ve tabii ki Freud. Ben topa girmediğim için üçüncü günden sonra karşılıklı susmaya başladık. Murat da paketlemeyi öğrendiğimi iddia ederek her fırsatta işi bana bırakıp, arkada ciltleme makinasında çalışan çocuklara sarmaya başladı. Onlar en azından kat temizlikçisini gösterip; “şu karıyı bi defada kaç kere sikersin?” diye sorulunca suratını ekşitmek yerine, “üç.. iki buçuk.. yedi..” gibi spekülasyonlarla karşılık veriyorlar.  Keşke sevkiyat kısmında biraz daha uyum sağlasaydım, iki kişiye de ben amonyak koklatsaydım diye düşünmeye başladım. Ah, zamanında Freud’un sözünü dinleseydim, bunların hepsini bir bir demişti.

Artık kendi ekmeğimi kendim kazanacağım için annemden gelen aylık parayı ufak bir miksere gömdüm. Ekipman iyi olunca hemen müthiş kayıtlar çıkacak sanıyoruz. Zaten biraz da onun heyecanıyla gece çalışmalarına aralıksız devam ediyoruz. Ama çalışma gece olduğundan davul kaydını sadece komşular kapıya dayanana kadar 1-2 saat yapabiliyoruz. Davullar bitmeden de albüm ilerlemiyor. Prodüksiyon vaktini gitarlarla sabaha kadar deneysel takılarak geçiriyoruz.

İş zaten hem sıkıcı hem anlamsız. Tek başıma kalınca iyice beter oldu, saatler geçmek bilmiyor. İki haftada işçi sınıfını tanıdım, yeter. Bok gibi bi’şeymiş. Benden onlara, onlardan da bana dost olmuyor. Çıkamadım orta sınıftan. Devrimi yapmaktan umudu zaten çoktan kestim. İkinci hafta sonunu da aynı şekilde uyuyarak geçirince pazartesi ustabaşına gidip utana sıkıla daha fazla çalışamayacağımı söyledim. Yapacak diğer işlerime zaman ayıramadığımı, zorlandığımı anlatıp 15 günlük çalışmamın karşılığını istedim. Ustabaşı ücretlerin aylık ödendiğini, muhasebeden yarım aylık bir ödeme yapmayacaklarını söyleyip istifamı kabul etmedi. Herhalde muhallebi çocuğu olduğum için sıcaktan yahut ağır işten bezdiğimi düşünüp bana klimalı montaj odasında başka bir iş önerdi. İstemeye istemeye, ilk 15 günkü insanüstü emeklerim, büyük fedakarlıklarım boşa gitmesin diye diğer pozisyonu kabul ettim. Bir kat yukarı çıktım.

Üst katta PowerTürk dinleyip montaj yapıyoruz. Montaj kısmının şefi Aykut. Alt kattan farkımız belli olsun diye atletle durmama izin vermedi. Bu “alt kattan farkımıza” pek önem veriyor. Yanımda başka bir kıyafet de olmadığından orada kalmış eski bir kareli gömleği üzerime giydirdiler. İşçi sınıfı kahramanından eğreti gömlekli ofisboyluğa düştüm. Millet alttan floresanlı masaların üzerinde montaj yapıyor. Aslında bayağı ilgi çekici görünüyor. Ama teknik bir iş öğreneceğim sanırken, kullanılmış asetatların üzerinden bantları çıkarıp asetonla silme görevi verildi. Belki üstün zekam ve yeteneğim fark edilir de çok ciddi sorumluluk ve beceri gerektiren bir pozisyona alınırım diye düşündüysem de günlük rutin üstün zekamı gösterebileceğim bir fırsat vermedi. Bana işi göstersin diye yanına verdikleri çocuk da asetat silmeyi çok büyük bir iş gibi göstermek istediğinden sürekli nasıl da düzgün yapamadığımı, ya çok az ya da gereğinden fazla aseton döktüğümü söyleyip duruyor. Kaçırdığım ufak bir görünmez leke bulup gözlerini deviriyor. Kendisine bu kadar beceriksiz bir çırak layık gören kaderine oflayıp pofluyor.

İlk günden, orada kaldığım süre boyunca elimde bezle aynı şeyi yapacağımı belli oldu. Sevkiyatta en azından işçiler arasında bir işçiydim. Buradaysa, kendini bir şey sanan adamların arasında beceriksiz, aptal muamelesi görüyorum. Fiziksel bir iş yapmanın gururu da yok. Üç beden büyük kareli gömleğimle iyice çöp gibi hissettim. Herhangi bir şey ummayıp on beş günü dişimi sıkıp geçirmeye karar verdim. O aralar benim için on beş gün, sonsuzluk kadar uzun. PowerTürk’le on beş gün ise, Mikronezya kabilesiyle yıllar geçiren antropoloğun saha çalışması gibi. On dokuz yaşının bütün sabırsızlığını zar zor dizginleyip, Serdar Ortaç şarkılarını ezberleyerek devam ettim.

Daha sonra anladım ki salon klimalı ama aslında tam da üst kata çıkmamışım. Ortamda yine hiç kadın yok. Diksiyon düzgün ama muhabbet aynı. Klimayla serin tutulan da aslında biz değiliz, montajlar. Bantların yapışkanı eriyip yılış yılış olmasın diye. Demek ki mürekkep de sıcağa karşı hassas olsa, alt kattaki işçiler de klimalı ortamda çalışacaklar. Bizim üzerimizde de esas büroda, bilgisayar başında çalışan tasarımcılar, muhasebeciler vs. var. Onların klimaları gerçekten kendi serinlikleri için.

Günde birkaç kere tasarımcılardan bir kadın filmleri bırakıp çıkıyor. O gider gitmez de arkasından aynı “bi seferde kaç kere” spekülasyonu başlıyor. Aykut alt kattakilerden farkımız olsun diye bu muhabbetlere katılmıyor ama durduracak engelleyecek hali de yok. Liderliği doğal değil. Şef olmasının tek sebebi diğerlerinin meslek lisesine karşılık, kendisinin yüksekokul diploması olması. Eğitimi, sınıfı belli olsun, bağıra çağıra konuşan amelelerden farkı anlaşılsın diye de sesini bile yükseltmiyor.

Montajın soytarısı, kabadayısı ve her işin elebaşısı Hamza. Bütün sik-sok muhabbetlerini ilk başlatan da o. Aykut mırıl mırıl: “Terbiyesizlik yapmayın arkadaşlar!” diye karşı çıkar gibi yapsa da Hamza hiç duymamış gibi, geçen hafta sonu kerhanede gittiği karıyı anlatmaya devam ediyor. Üstelik Hamza’nın yaşı da herkesten büyük olduğu için Aykut’un hiç şansı yok. Meslek liselilerden de önce çocukken işe başlayıp, işi orada öğrenmiş. Kıdeminden dolayı dokunulmazlığı var. İşte de herkesten daha hızlı ve becerikli.

Çarşamba günü öğle arasında yemeğe Hamza’yla beraber indik. Yemekten sonra arka bahçeye sigara içmeye çıktığımızda beni tombalacıya sürükledi. Zaten her öğle yemeğinden sonra çok da dikkatli dinlemediğim o günkü tombalanın muhasebesi yapılıyordu da ne olduğunu tam anlamamıştım. Hamza’nın Malboro ya da Camel kazanacağımı söyleyerek ısrar etmesiyle, parayı verip adamın torbasından bir tombala çektim. Katlanmış bir kağıt parçası, içinde de hiçbir şey yazmıyor. Bir tane daha çekmemi söyledi Hamza. Olayın saçmalığı, sahtekarlık ihtimalinin bu kadar bariz olması karşısında ağzım açık kaldı. Ama Hamza hep kazanıyor. Halinden hep memnun. Diğerleri ya kazanıyor ya da bir-iki tane oynayıp bırakıyorlar ama Hamza Malboro’yu kazanana kadar çekmeye devam ediyor.

Tombalacının yanından ayrılıp yukarı çıkar çıkmaz olayın saçmalığını anlatmaya çalıştım. Torbada toplam kaç kağıt var? Bunların kaç tanesinden ödül çıkıyor? Yarın oranları kafasına göre değiştirmeyeceği nereden belli? “Uyan işçi sınıfı! Bu beyinsiz eğlencelerle uyutuluyorsun!” Fakat tombalacının sahtekarlığının ihtimalini bile ima edince herkes bana düşmanca bir tavır aldı. Dinlerine küfretmişim gibi. Sevkiyatta dersimi aldığımdan burada ısrar etmedim. Ama yine de susamadım. Belki çaktırmadan Sokrates usulü anlatabilirim diye düşündüm.

“Kaç tane çektin bugün?”

“Onuncuda mı ne çıktı valla.”

“E yani bir paket malboroya neredeyse 3 paket parası verdin.”

“Evet ama geçen hafta salı-çarşamba-perşembe üst üste ilk çektiğimde kaptım Malbuşu. Acayip ballıyım ben. Hep çıkar bana.”

“Abi çıkana kadar çekiyorsun. Tabii ki çıkacak.”

“E ben ne diyorum? Şans bu şans. Tabii ki çıkacak! Sike sike çıkacak!”

Toplamda bir ayda verdiği paranın, sigarayı büfeden alsa vereceğinin iki katı olduğunu kesinlikle kabul etmeyecek. Herhalde biraz daha ısrar edersem beni dövecekti ki yönetici tarafından biri girdi içeri. Herkes susup masasının başına döndü. O yönetici kısmının isimleri aklımda yok, çünkü hiç öğrenmedim bile. Aramızda o kadar mesafe var. Sözleri emir sayılıyor ve montaj odasına girer girmez herkes mum kesiliyor. Kel ve şişko yönetici, önümüzdeki iki hafta pazar günleri için Hamza ve iki kişiye daha mesaiye kalmalarını söyledi. Tartışma, itiraz olmadı. Zaten soru veya teklif de değildi. “Sen, sen, sen bu iki hafta pazar günü kalıyorsunuz. Bu gece de dergi işi gelecek, yarına baskıya girmesi lazım. Siz ikiniz geceye kalırsınız.” O kadar. Bu nasıl bir emrivakilik? Diktatörlük mü burası? Bu nasıl bir köpek muamelesi? İşte beklediğim isyan kıvılcımını çakacağım an geldi! Yönetici çıkınca hemen soruyorum:

“Nasıl yani, hiç sorgusuz sualsiz sadece Cumartesi mi izin yapacaksınız?”

“Yoo, cumartesileri zaten geliyoruz.”

“Her cumartesi mi?”

“Tabii. Hem o zaman da fazla mesai alıyoruz. Şimdi bu iki pazarın da fazla mesaisiyle bu ayki maaşım 600’ü bulacak.”

“Maaşın 600’ü falan bulmayacak. Fazla mesai alınca maaşın artmış sayılmıyor.” dedim.

“Fazla mesai hiç olmasa, benim net maaşım 380,” dedi. “600 alınca bayağı bir artmış oluyor. Hatta tam olarak 220 milyon artmış oluyor. Hesap öğretmiyorlar herhalde sizin üniversitede?”

İlk tombalada Malboroyu bulmuş gibi keyfi yerindeydi. Sonra öğrendim ki herkes fazla mesaiyi ceza değil, ödül olarak görüyor. O pazar günleri de Hamza’ya yıkılmıyor, kıdeminden dolayı ilk ona veriliyor.

Şaşıracağım daha çok şey vardı. Kimsenin buradan daha iyi bir yere gitmek ya da buradaki koşulları iyileştirmek gibi bir düşüncesi yok. Zaten koşullar gayet güzel, patron da çok iyi adammış. Maaşları geciktirmeden yatırması olabilecek ihtimallerin en iyisiymiş. Başka matbaalarda maaşlar hep gecikirmiş. Burada bol bol da fazla mesai çıktığından bayağı iyi kazanıyorlarmış. Hamza bir keresinde keranede kadınla bir buçuk saat düzüşmüş. Falan filan.

Montajda ilk çalıştığım hafta sadece iki gece kayıtla uğraştık. İkinci hafta ise hiç kayda oturmadım. Hafta sonlarını aynı şekilde içip içip sızarak geçirdim. İşe başladığım pazartesi tam da ayın birine geliyordu. Ayın otuzunda öğlen arasında beni ilk başta montaja yerleştiren ustabaşını bulup bir ayın dolduğunu söyleyip maaşımı nereden alacağımı sordum. Muhasebeden hemen çıkmayacağını, haftaya uğramamı söyledi. Durup da tartışacak takatim yoktu. Aykut’a çalışmaya devam etmeyeceğimi haber verdim. Akşamına da kimseyle vedalaşmadan binadan koşarak çıktım.

Ertesi hafta gidip aldığım zarfın içinden tabii ki asgari ücret çıktı. O paradan yirmişer yirmişer çıkarıp kira ve faturaları öderken tırnaklarım çekiliyor gibi hissettim. O kadar çalışmanın karşılığı bu kadar dandik, sıkıcı bir yere gidecek olamaz! O parayla içki, uyuşturucu falan alınmalı. Kiradan faturadan kalanını da zaten tam da onlara harcadım. Bir daha da işe mişe girmedim.

“kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına” satın almak için hayalci hücre amazon e-mağazaya ışınlan!

“kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına” hakkında daha fazlası ve ek tadımlık okuma için ışınlan!

Ξ

Gönder gitsin