tefrika

ciddiyet a.ş. // süreyya özgör – tefrika çentik #1

Hayat ciddiye alınmaması gerekecek kadar ciddi bir şey… “İtfaiyeci olacağım!”… Zeka testinden nasıl kaçtım? Laf dinleme sanatı… Modern annem ile mücadele ediyorum… Babam beni bir türlü yanlışlıkla öldüremiyor… Ormanda yaşamayı mantıklı buluyorum… Meğer annem memurmuş! Göç yolları…

Hayat ciddiye alınmaması gerekecek kadar ciddi bir şey. Küçük yaşlarda konuşacak çok bir şeyiniz olmuyor fakat zamanınız bol oluyor; geç yaşlarda ise bu sefer konuşacak çok fazla şey biriktirmiş oluyorsunuz, bu defa da hepsini söylemeye zaman yetmiyor. Orta yaşlar ise büyüyor muyum, yaşlanıyor muyum derken arada kaynıyor; bu kadar uzun yılların arada kaynaması, naçizane fikrim, insan denilen canlının doğası itibariyle tam bir mal olmasından kaynaklanıyor.

Üç yaşıma bastığımda mesleğimi seçmiştim. O dönem bana verilmiş olan oyuncaklardan ve arada kavga dövüş izin kopararak izlediğim çizgi filmlerden edindiğim bilgileri bir araya getirmiş, bunlar üzerine üç yaşımın verdiği olanca olgunlukla düşünüp taşınmış ve bir sonuca varmıştım: itfaiyeci olacaktım! Bu seçimim öylesine, ufacık çocuğun yarım aklıyla yapılmış bir seçim değildi. İtfaiyeci olacaktım, çünkü itfaiye arabaları kırmızıydı ve merdivenleri vardı! Anne babama bu seçimimin sadece akrabaların ve komşuların yanında dile getirerek birkaç sulu öpücük, birkaç ayarsız sertlikle yanağa makas ve bolca gülüşme puanı toplama isteğimden fazlası olduğunu bir şekilde göstermek durumundaydım. Her üç yaşındaki velet itfaiyeci olmak isteyebilirdi, fakat her üç yaşındaki velet benim gibi valla billa itfaiyeci olmak isteyemezdi. O yaşın muhakeme yeteneğine başvurarak evde çıkacak ufak bir yangına müdahale ederek söndürmemin bu konuda ne kadar ciddi ve göreve hazır olduğumu göstermek açısından son derece mantıklı olduğuna karar verdim. Plan basitti: birkaç ufak kağıdı tutuşturacaktım, sonra da üzerine daha önceden hazırladığım (tam bir hınzır, tam bir çakalım) bir bardak suyu döküp anne babamın gözünde yaşına başına bakmadan verdiği karara saygı duyulması gereken bir tür dahi çocuk olacaktım. Yine, bu hikayenin bayram toplaşmalarında ve komşu ziyaretlerinde çok feci yayılacağını tahmin ediyordum. Çünkü annem o kadar değilse de babam benim bir tür küçük dahi olduğuma zaten ikna olmuş durumdaydı, dahası buna başkalarının da ikna olması için olup olmadık yerde benimle ilgili gündelik dandik olayları anlatıp duruyordu. İlk deha belirtim, ilk sözümün “yoruldum” olmasıydı. Ne “anne” ne “baba”, ne “dudu” ne “atta”; oturma odasından mutfağa uzanan ve ayaklarımı yeni yeni kullanmam ve kıçımdaki benimle aynı ağırlıktaki (o dönem sindirimde zorluk yaşamıyordum) bez nedeniyle rot balansı hayli bozuk, yorucu bir yolculuk yapmıştım. Beni gören babam “Baban sana kurban ossun” demişti, o dönem babam bana durduk yerde böyle şeyler söylüyordu, ben de buna karşılık kendimi kıçımın üzerine yere bırakıp “yoruldum” demiştim. Bu kadar. Özetle, böyle bir başlangıç sayesinde uzun süre zeka seviyemi belli eden herhangi bir şey yapmak zorunda kalmayacaktım.

Dehamın kanıtı el yakacak denli tazeydi ve dilden dile dolaşıyordu. Ta ki annemin babama söylerken kulak misafiri olduğum o sözlerine kadar… “Araz’a bir zeka testi yaptırsak fena olmaz…” Bana zeka testi ha? Bana? İçten patlamalı olarak verdiğim tepki bir hayal kırıklığından daha çok bir paniğin işaretiydi aslında. Çünkü, doğal olarak, zeka testinin ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. İkincisi, annemin sonu “yaptırsak fena olmaz” ile biten son cümlesi penisilin iğnesi manyağı olmamla sonuçlanmıştı, hatta son iğnelerde tuhaf bir biçimde zevk almaya başlamış, sado-mazoşizme giden yolu hiç olmadık bir yaşta neredeyse yarılamıştım. Bu iki madde birlikte düşünüldüğünde kafama kocaman iğneler sokmaları neredeyse kaçınılmazdı. Kafamda durumu çözmeye çalışırken birden üç yaşında olduğumu hatırladım. Üç yaşındaysanız, bu tür durumlarda yapmanız gereken şey bu sözleri sarf eden kişinin yanına gidip son derece çirkin bir şekilde ağlamaktır. Ben de bunu yaptım. Sonuçta zeka testi hakkındaki sohbeti askıya almayı başarmıştım, bir de çokomelim olmuştu.

İlerleyen günlerde annem ile babam gizli gizli bu test işini konuşmaya devam ettiler. Fakat ilk şoku atlatmıştım, sümüğüm akacak şekilde mantıksızca ve umarsızca ağlamış, üzerine de çokomel yemiştim. Üç yaş açısından başarılı sayılabilecek bir operasyondu. Artık sıra meseleyi anlamaya gelmişti. Bol bol laf dinledim; o yaşın temel zanaatı laf dinlemektir. Sabah kalkarsınız, kahvaltınızı yapıp üstünüzü giyinip laf dinlemeye başlarsınız, bu mesai neredeyse uyuyana kadar sürer, yorucudur, herkes yapamaz. Ev kalabalık olduğunda ya da bir misafirliğe gidildiğinde mesainiz daha da ağırlaşır; o kadar insanın birbiriyle olan bütün bir ilişki ağını haritalamanız, parça parça duyduğunuz laf kırıntılarını bütünlüklü bir çerçeveye yerleştirmeniz ve nihayet bunları kısmen de olsa hafızanızda tutmanız gerekir. Ekstra mesai yaparsınız lafın kısası, fakat ekstra mesailerin ödemesi de iyidir, türlü tatlılar, kekler ve bazı bonuslar (almancı kuzişin zuladan haribo paketi çıkarması vs.) söz konusudur. Dediğim gibi, şu zeka testi konusundaki sohbet kırıntılarından anladığım şey, bir tür doktora (iğnesi olmayan bir doktora) gideceğimiz ve bana birtakım soruların sorulup birtakım oyunların oynatılacağıydı. O dönemde korktuğum tek şey olan (henüz allah, aşk ve deniz baykal’dan habersizdim) iğne yoksa, ben vardım! Fakat yine de şu yangın söndürme numarasını yapmak işleri kolaylaştırır diye düşünmeden edemiyordum, ve edemedim.

Tahmin edeceğiniz üzere yangını çıkarmayı başardım fakat söndürmeyi başaramadım. İşler planladığım gibi gitmedi, çünkü kağıdı tutuşturmaya çalışırken önce üzerimdeki trikoyu tutuşturdum, sonra anlık bir hatalı kararla ateşi kağıtlarla söndürmek istedim. Hazırladığım bir bardak suyu ise bütün olay sona erdiğinde fenalaşan anneme içirdiler. Malzemelerde eksik yoktu, fakat yanlış zamanda ve yanlış yerde kullanılmışlardı. Bu seferki hin planımın sonucunda ise çokomel alamamam bir yana, kirpiklerim ve saçımın ön yarısı tuhaf bir koku yayarak kül olmuştu. Söndürme işleminin nasıl gerçekleştiğini hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey bir alev topu. Bu olay sadece bunca yıldır birlikte yaşadığım kirpik ve saçlarıma mâl olmakla kalmadı; ben tam tersini umut ederken hane içinde zeka seviyemin sorgulanması vaka-i adiyeden oluverdi. Annem ve babam artık kuytu köşede değil ulu orta ve benim de duyabileceğim şekilde benim zeka seviyem üzerine çeşitli müzakereler yürütüyorlardı. Hatta gün sırasının anneme geldiği bir Pazar (lanet olası bir Pazar!) günü zeka seviyem üzerine bir kolokyum bile düzenlendi. Ava giderken avlanmıştım. Fakat üzgün olmaktansa öfkeli olmayı tercih ediyordum!

Bütün bunların nedeni tabii ki babamdı! Annem de aynı fikirdeydi. Üç yaşında bir çocuk ocak çakmağını kullanmayı nasıl bilebilir? Birisi öğretirse bilebilir. İşte bu birisi babamdı! Babam özünde iyi bir insandı fakat pedagojik açıdan ciddi yöntem ve zamanlama hatalarına sahipti. Çocuğuna bir şeyler öğretmesi gerektiğine inanıyordu, fakat bunların zamanı konusunda beni zaman zaman ölümün kıyısına sürükleyen hatalar yapıyordu. Özetle, babam sorumsuz hayvan herifin tekiydi. Sevgiye sorumluluk eşlik etmediğinde insanlara zarar vereceğini böylece öğrendim.

Bu arada itfaiyeci olmaya dönük kararımdan vazgeçmedim. Beş yaşıma bastığımda hâlâ itfaiyeci olmak konusunda kararlıydım. Bir sonraki yıl okula başladığımda ise ilkokul öğretmenimin “ileride ne olmak istiyorsun?” sorusuna gururla “İtfaiyeci” diye yanıt verecektim. Evdeki oyuncakların hatırı sayılır bir kısmı itfaiye araçları ve gereçlerinden oluşuyordu; Transformers’taki favori karakterim bile itfaiye aracına dönüşen robottu. Allahım bu nasıl bir tutkuydu! Ailem beni kendi halime bırakmıştı, eskiden her soruma özenle, çocuk psikolojisi üzerine okuduklarından hareketle yanıt veren annem artık gelişine vuruyordu. Zaten bahsettiğim zeka testi tatavası da bu yüzden çıkmıştı! Annem, kendisinden önceki jenerasyonun köhneliğini reddederek modern anne olma yönündeki radikal adımlarını benim üzerimde deniyordu. (O zamanlarda şimdiki gibi hemen herkesin dahil olduğu bir trend değildi modern annelik.) Bütünü itibariyle düşünüldüğünde bu benim işime yarayan bir şeydi. Mesela bir cam bardak kırdığımda bana kızmıyor, bana iyi olup olmadığımı soruyor, bana sarılıyordu. O ilk korkum geçtiğinde de bana daha dikkatli olmam yönünde uzun konuşmalar yapıyordu. Fakat bu davranışlar benim yarım akıllı muhakeme treni hatlarımda ciddi sinyalizasyon problemlerine neden oluyordu. Bir hata yaptığımda bana kızmıyorlardı, aksine daha fazla şefkat gösteriyorlardı. Babam da annemden öğrendiği modern tepkileri yarım yamalak uygulamaya koyuyordu. Bir keresinde balkonda koşarken düştüğümde “afferin benim aslan oğluma!” diyip beni kucaklamıştı. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair bütün kavrayışımı yitirmiştim, kör kuyularda ışıksızdım. Sonunda o yaşlardaki her şapşik küçümenin yapacağı şeyi yaptım: aşırı şımardım. Freni patlamış bir kamyona dönüşmüştüm, kapılara tırmanıyor, koltukları ters çeviriyordum, evde huzur bırakmamıştım. Bir zamanlar sadece birkaç eski yara bandı, biraz pamuk ve kaç yıl önce alındığı belli olmayan bir oksijenli suyun yer aldığı ecza dolabımız, batikonların, lasonillerin, hametanların, silverdinlerin fink attığı bir mini eczaneye dönüşmüştü. Kendimi durduramıyordum. Yaptığım şeyler bana da saçma geliyordu, fakat annemin ve babamın yaptıklarıma verdiği tepkilerin yol açtığı sinyalizasyon problemi kafamın içindeki trenlerin sürekli çarpışmasına yol açıyordu. Birinin beni durdurması gerekiyordu…

İlkokul birinci sınıf benim açımdan zor geçen bir yıldı. Birkaç nedenle. Her şeyden önce okumayı yazmayı biliyordum ve bütün bir ilkokul konseptinin okuma yazmayı öğretmek üzerine olduğunu zannettiğim için orada olmamam gerektiğini düşünüyordum. Evraklarda bir hata yapılmıştı ve ben normal şartlarda gitmemem gereken bir yere gitmek zorunda bırakılıyordum. Konuyu anneme, babama ve ilkokul öğretmenime açtığımda, ne kadar da sevimli olduğum yönünde çeşitli iltifatlar aldım fakat yapılan hata bir türlü düzeltilmiyordu. Durumu sınıftaki diğer çocuklara anlatmaya karar verdim, böylece bir tür kamuoyu oluşturabilecektim. Tam tahmin ettiğim gibi sınıf arkadaşlarım beni haklı buldular ve böyle bir hatanın nasıl yapılabilmiş olduğuna dair ciddi tepkiler gösterdiler. Kamuoyu benimleydi. Şu öğretmen denen şahısla ciddi bir konuşma yapmanın zamanı gelmişti. Bir sonraki teneffüste öğretmen denen şahsa ona bir şey söylemek istediğimi belirttim, kendisi de beni dinlemeye başladı. Kendisine son derece tutarlı bir argümanlar zinciri dahilinde şahsımın neden ilkokul okumasına gerek olmadığını açıkladım. Öğretmenim ise zeki bir insanın zeki olmayan bir canlı karşısında verebileceği en sabırlı karşılık olacak şekilde ilkokulda matematik, fen, müzik ve resim gibi başka alanlarda da eğitim alacağımı nazik bir şekilde anlattı. Öğrencilik denen ciddi bir işin içine girmiş olduğumu o anda anladım. Çocukluk zaten yeterince ciddi bir işti; böylece artık iki işte birden çalışmaya başlayacaktım.

Fakat bandı tekrar biraz geri sarıp, evi yakma girişiminde bulunduğum üç yaşımdan ilkokula başladığım altı yaşıma kadar olan o uzun ve karmaşık üç yıldan bahsetmeliyim. “Yaşandı üç-altı, yaşanacak ne kaldı?” olarak aforizmalaştırdığım bu üç yıl benim sosyal patlama dönemimdi diyebilirim. Bu üç yılda sosyal patlamıştım, daha doğrusu sosyal bana doğru patlamıştı. İnsanlar şarapnel parçaları gibi üzerime yağıyor, kimisi bir yara bir iz bırakırken kimisi ise beni sıyırıp geçiyordu. Her yaştan insanla ölümcül bir soru cevap savaşının içindeydim. Meşrebine göre “Küçük beyler nasıllar”dan “Naber la kerhaneci”ye uzanan hal hatır sormalarla üzerime yürüyen ve sürekli sorularla benimle sohbet etmeye çalışan her milletten, her sınıftan, her kültür düzeyinden insanla cebelleşiyor, akşam yastığa kafamı koyduğumda kulağımdaki çınlamadan uyuyamıyordum. Bu kozmopolit manyaklar dünyası uykuda da yakamı bırakmıyor, rüyalarımda bile onların sorularını cevaplayayım derken helak oluyordum. Bu kadar insan da nereden çıkmıştı? Çekirdek aileye ne olmuştu? Annem babam neden bu kadar fazla insanla görüşmeye başlamıştı? N’oluyordu lan? Bu sorularıma karşılık anne babamdan tatmin edici yanıtlar alamayınca ve bu kaosun kim bilir ne zamana kadar böyle sürüp gideceğini anlayınca B planına geçtim: Kayıtsızlık. Artık kimseyi sallamıyordum. Benimle konuşmaya çalışanlara karşı tek kelime etmiyor, yanağımdan makas almaya çalışanları elimin tersiyle ittiriyordum. Kafama eserse misafirlikleri sabote edecek şekilde ağlama krizlerine girip “Gitsinleeeer!” diye haykırıyordum. İyice şerefsiz olup çıkmıştım. İnsanlara benim yaşam alanıma hoyratça dalmanın bir bedeli olduğunu gösteriyor, dahası bu bedeli oracıkta anında tahsil ediyordum. Fakat yediğim hurmalar popomu tırmalamaya başlayacak gibiydi. Zira modern annem yine benim mental sağlığım konusunda endişelenmeye başlamıştı. Babam ise annem kadar karmaşık düşünemiyor ya da düşünmemeyi tercih ediyordu. Bu tür çocuk gelişimini ilgilendiren durumlarda babamın temel argümanı, benim bir çocuk olduğumdu. Babam böylece temel argümanını sorulan sorunun daha gerisinde tarif ederek sorunu kökünden yok etmeyi umuyordu. Çocuk gelişiminde bazı sorunlar olabilirdi çünkü ortada bir çocuk vardı. Bir çocuk var olmasaydı çocuk gelişimi konusunda herhangi bir sorun da teorik olarak yaşanmayacaktı. Buradan hareketle orman yangınları olabilirdi çünkü ormanlar vardı, ya da elektrik çarpması normaldi çünkü adı üstünde orada elektrik vardı. Babamın bu kadar karmaşık bir dünyada hayatta kalmayı, hatta üzerine bir de soyunu sürdürmeyi nasıl başardığı benim açımdan tam bir muammaydı. İnsan denen canlı mucizelerle doluydu işte.

Böylece annem tanıdıklardan onaylı bir çocuk psikoloğu arayışına girerken, babam açısından o kadar radikal bir gündem değişikliği olmamıştı. Fakat babamın aslında içten içe bu konuya dönük alternatif bir çözüm aradığının ise henüz kimse farkında değildi. O zamana kadar benim evin içinde yaralanmama ya da ölümüme yol açmayacak etkinlikler bulmaya çalışmakla meşgul olan bu koca yürekli adam, artık benim dış dünyayla temas etme zamanımın geldiğine hükmetmişti. Bu hükmün temelinde ise en kapsamlı biçimde gizliden gizliye sadece erkeklerin bildiği bir acı gerçek yatıyordu: testosteron farkındalığı. Erkek çocuklarının genel olarak saçma sapan davranmasının nedeni, onların doğaları gereği birer testosteron bombası olmasıydı. Ortalama bir modern evlilikte erkeklerin kız çocuk istemesinin temelinde de aslında bu gizli bilgi yatıyordu: erkek çocuk denen canlı türü, akli melekelerin işleyişini sürekli sekteye, hatta yer yer dumura uğratan bir testosteron yüküyle doğuyordu. Bununla bağlantılı bir diğer neden ise, yetişkin erkeklerin kendi çocukluklarını hatırlamaları ve kendileri gibi olan bir çocukla uzun yıllar boyunca muhatap olmayı zinhar istememeleriydi. Babam erkekler dünyasındaki bu sırrı etik bir davranış dahilinde kendine saklayarak anneme “Çocuk da haklı, evde otur otur, ben biraz dışarıya çıkartayım şunu da enerjisini atsın” başlığını taşıyan bir yasa tasarısı sundu. Annem ise bu türden baba-oğul sosyalleşmelerinin yeterince modern olduğuna kanaat getirdikten sonra yasa tasarısını tek bir şerh düşerek onaylayacaktı: “Dikkat et, yerden pis bir şey alıp ağzına atmasın.” Annem beni karşısına alıp “Oğlum sen bir geri zekalısın” dese bu kadar gücenmezdim inanın. O güne o gün dört yaşımdan gün almış koca adamdım ve bu muameleyi hak etmiyordum. Neden mutfak bıçağını böğrüme saplayıp bu işi bitirmiyordu ki! Lanet olsundu! Yine de annemdir deyip sineye çektim, çünkü babamın bu beklenmedik atağı önümde yeni bir dünyanın kapılarını aralamıştı, bunun heyecanı üstün geldi diyeyim.

Babamla ilk baba-oğul sosyalleşme deneyimiz, hafta sonu ormana gitmek oldu. Büyülenmiştim. Çiçekler, böcekler, ağaçlar, kelebekler, kuşlar… Beni bu kadar zaman eve kapatmış olmalarını anlayamıyordum ve buradan hareketle babama ilk sorumu sordum: “Baba, biz neden ormanda yaşamıyoruz?” Babamın cevabı “Çünkü insanlar ormanda yaşamaz” olmuştu. Benim sorumdaki kelimeler ile biraz oynamış, soru cümlesini bir düz cümle haline getirmiş, başına da “çünkü” eklemişti. Tam bir üşengeç, tam bir köftehordu. Çocuk olmamdan kaynaklanan arka arkaya üç yüz kırk soru sorma hakkımı kullandıktan sonra anladığım şey, insanların evde hayvanların ormanda yaşadığıydı. Kural buydu. “Neden?” sorusu askıda kalmıştı ama buna da şükürdü, sonuçta muhatabım babamdı ve adamı çok da zorlamak istemiyordum. İnsan dışında canlılar görmek gerçekten de bana iyi gelmişti. Kaplumbağa bile görmüştüm. Bu benim için meşhur bir şarkıcıyı görmek gibi bir şeydi, zira kaplumbağaları sadece çocuk kitaplarında ve dedemin bana hediye ettiği hayvanlar dünyası ansiklopedisinde görmüştüm. Babamın girişimi işe yaramıştı, tedaviye yanıt veriyordum. Saatler sonra eve döndüğümüzde yanımda epey bir yaprak ve kozalak vardı. Şu kısacık sosyalleşme deneyinde bir yaprak koleksiyonu yapmaya, kaplumbağalar üzerine daha fazla bilgi edinmeye ve ormandaki ağaçların isimlerini öğrenmeye karar vermiştim. Artık zihnimde halamgillerin işgal ettiği yeri ağaçlara ve ormanda yaşayan hayvangillere açmanın zamanı gelmişti. Baba-oğul sosyalleşmeleri deniz kıyısına gitme, bitpazarına gitme, müzelere gitme şeklinde giderek daha sofistike hale geliyordu. Kültürel açıdan bir patlama yaşıyordum. Artık eve gelen gidenden de rahatsız olmuyor, hatta gelenlere gördüğüm ve öğrendiğim şeyleri anlatarak tam bir akıllı bıdık şov sergiliyordum. Hanedeki gerginlik de dağılmış gibiydi. Annem hafta sonları evde tek başına kafa dinlemekten, babam ise biricik evladı ile türlü aktiviteler yaparak baba kimliğini pekiştirmekten memnundu. Ben zaten pilot olmuş uçuyordum…

Fakat biz babamla sosyal böcüklük yaparken annem uzun zaman sonra kafa dinlemenin ötesine geçip birtakım benim açımdan radikal sonuçlar doğuracak kararlar da alacaktı. Bu kararlardan ilki, işe dönme kararıydı. Böylece Araz’dan Önce (A.Ö.) yaşanan karanlık çağlarda annemin aslında bir devlet dairesinde memur olduğunu öğrenecektim. Sizi burada 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun ayrıntılarıyla sıkmak istemiyorum. Bu hikayeden özetle benim payıma düşen, hafta içi günlerinin büyük bir kısmını artık anneannemlerde geçirecek olmamdı. Mini cüssemi, kocaman yüreğimi ve lanet olası faber kastel boya kalemlerimi alıp yeni bir hayata göçüyordum…

ciddiyet a.ş.’de haftaya… bir storyteller olarak anneannem… sporcu kimliğimle onlaynım… salim dayımla bir saat bir ömür… babam bir süperkahramanmış…

ciddiyet a.ş. tefrika çentik #2

ciddiyet a.ş. tefrika çentik #3

Gönder gitsin