“Dünya Piyasası Sokağı” üzerine // Andy Merrifield
Dünya piyasası sokağı, beş benzemez insanlarla -gerçek, somut insanlarla- dolu bir sokağa işaret eden topoğrafik bir soyutlamadır. Hatta aynı zamanda uluslararası değer ve sermaye ile dolaşımda olan ve akan soyut bir süreçtir. Dünya piyasası sokağı, Athusser’in Marx’ın bir toplumsal düzendeki ekonomik ilişkiler ile siyasal ve ideolojik ilişkiler arasına bir sınır çizmek adına altyapı ve üstyapıyı “topoğrafik olarak” kullandığını ileri sürmesi benzeri kendine has bir topoğrafyayı tarif etmektedir.
Bir anlığına başka bir şeylerden bahsetmeme izin verin. Bir başka Isaac -bu sefer Asimov değil, Nobel ödüllü Isaac Bashevis Singer- tarafından kaleme alınan “Piyasa Sokağı’nın Spinozası” başlıklı kısa bir öykünün kahramanı Dr. Fischelson, marazlı ve içe kapanık bir kent insanıdır. Öğrendiğimize göre, geçen otuz yıl boyunca 17. yüzyıl Yahudi-Hollandalı filozof Baruch Spinoza üzerine çalışmıştır. Dr. Fischelson Spinoza’nın Etika’sı dışında bir şey okumaz ve Marx’ın da çok önem verdiği bu filozofun her önermesini, her aksiyomunu, vardığı her sonucu ve düştüğü her notu ezbere bilir. Ancak durum odur ki Dr. Fischelson Spinoza’nın Etika’sı üzerine ne kadar çok çalışırsa, o kadar muğlak bölümler, muammalı cümleler ve gizemli yorumlar bulmaktadır. Doktorumuz bir zamanlar Zürih’te felsefe okumuştur ancak bugün, sinagogdan ve cemaatten dışlanmış halde, bir yandan kendisini yıllardır rahatsız eden ve günden güne kötüleşen bir mide hastalığıyla uğraşmakta, diğer yandan ise Amsterdamlı filozof üzerine uzun ve karmaşık bilgi notlarını derlemek üzere yalnız saatler geçirmektedir.
Dr. Fischelson, tavan arasındaki penceresinden dışarıdaki dünyayı -dışarıdaki iki dünyayı- gözlemlemektedir: “Üzerinde, Spinoza’ya göre Tanrı’nın işaretlerinden biri olan sonsuz yayılmasıyla … yıldıza bezenmiş cennetler vardır. Bu durum, Dr. Fischelson’u, kendisi her ne kadar sadece zayıf, çelimsiz bir adam, kesinlikle sonsuz olan Madde’nin değişen kiplerinden biri olsa da, yine de devasa evrenin göksel bedenlerle aynı maddesinden dokunmuş bir parçası olduğunu düşünmesine yol açarak rahatlatmaktadır.” Dr. Fishelson gezegen ölçeğinde yukarıya bakmaktan yorulduğunda, gözlerini aşağıya, eve daha yakın olan bir başka gezegene, “Piyasa Sokağı”na çevirmektedir. Bir yaz akşamında sokak hiç olmadığı kadar kalabalık görünmektedir:
Hırsızlar, fahişeler, kumarbazlar ve dolandırıcılar meydanda dört dönmektedir. Genç erkekler terbiyesizce kahkaha patlatmakta ve kızlar çığlık atmaktadır. Sırtına limonata fıçısını vurmuş olan bir işportacı havadaki gürültüyü aralıklı çığırtkanlığıyla yarmaktadır. Bir seyyar karpuz satıcısı yabani sesiyle gürlemekte ve meyveleri kesmek için kullandığı kılıçtan bozma bıçağı karpuzun kana benzeyen suyuna belenmektedir. Ara sıra sokak daha da telaşlı hale gelmektedir. Ağır tekerlekleri şakırdayan yangın söndürme araçları hızla geçmektedir; bu araçları kaçmasınlar diye sıkıca gemlenmek zorunda kalmış siyah atlar çekmektedir. Arkasından ambulans geçmekte, sireni bas bas bağırmaktadır. Hemen sonra birkaç haydut kendi aralarında kavgaya tutuşmakta ve mecburen polis çağrılmaktadır. gelen geçenlerden biri gasp edilmekte ve etrafından yardım dilenmektedir … Dükkancılar, bir diğerinin sesini bastırma derdinde mallarını satmaya devam etmektedir. Çürük çarık portakallar satan bir kadın “altın bunlar altın!” diye inlemektedir. Olgunluktan ballanmış erikleri satan adam “şekere gel, şekere gel!” türküsünü tutturmakta, balık kafası satan gençten bir oğlan “kafa, kafa, kafa” diye bağırıp çağırmaktadır (s. 8).
İşte Dr. Fischelson bu çakırkeyif kargaşayı küçümsemektedir. Burada “bu ayaktakımının davranışları, tam da aklın antiteziydi. Bu insanlar en değersiz tutkulara gömülmüşler, duygularla sarhoş olmuşlardı ve Spinoza’ya göre duygu hiçbir zaman iyi bir şey değildi. Peşinden koştukları zevkin yerine, elde etmekte başarılı oldukları tek şey hastalık ve hapishane, cehaletten kaynaklanan utanç ve acıydı. Burada damlarda gezen kediler bile kentin diğer kısımlarındakilerden daha vahşi ve hiddetli görünüyordu” (s. 9).
Ancak neden sonra Dr. Fishelson, hastalığının en kötü olduğu bir günde, tam anlamıyla evde kalmış, kırık bir burnu ve dudağının üstünde terleyen bıyıkları olan bir simit satıcısıyla, Dobbe’yle tanışacaktır; bu kadının hayatında hiçbir erkekle şansı yaver gitmemiştir. Dobbe, bitişikteki tavan arasında yaşamaktadır ve bir gün Dr. Fischelson’un kapısının aralık olduğunu görür. Kapıyı tıklatır ancak yanıt alamaz. O da içeriye girer ve bizim “yaşlı kafir”i, yüzü sapsarı ve yatağında giyinik olarak uzanmış halde bulur. Dobbe önce onun ölmüş olduğunu düşünür. Ancak Dr. Fischelson kendine gelip ayağa kalkar ve Dobbe de korkusunu yenerek bu yapayalnız adama yemek pişirmeye ve yardım etmeye başlar. Kısa süre sonra birbirlerine tutulup evlenirler ve düğün gecelerinde de sevişirler. Doktorun bütün hastalıkları ve nöbetleri birdenbire yok olur; uzun zamandır içinde uyuyan yanardağ faaliyete geçer. Dr. Fischelson Etika’nın epeyce yıpranmış kopyasını bir kenara atar ve “gözlerini kapayarak alnına gelen ve sakalını karıştıran rüzgârla ürperir. Doktor, titreyen ellerini pencere pervazına dayayarak gece havasını derince içine çeker ve ‘Kutsal Spinoza, beni affet. Bir aptala dönüşüyorum’ diye mırıldanır” (s. 24).
Singer’in Hitler’in gelişinden önce Varşova Gettosu’nda başlayan hikayesi, Spinoza üzerine yazılmış en güzel parçalardan biridir. Bu hikâye aynı zamanda bugünün gelişmiş dünyasının herhangi bir yerinde karşılaşabildiğimiz doğmakta olan bir metropolün de en canlı betimlemelerinden biridir. Dr. Fischelson, Etika’yı fırlatıp atarken, Dobbe’yle evlenirken, onunla sevişirken nihayet Spinozacı olmaya başlamaktadır. Dr. Fischelson sadece kendine gelmekle kalmaz, aynı zamanda bir başka insanla empati kurarak, onu zevk ve aşkla kucaklayarak ortak hayata da dahil olmaya başlar. Singer’in Dr. Fischelson’u, Spinoza’yı yanlış anlayarak, aslında Spinoza hakkında çok daha ilginç bir şeyi dile getirmektedir. Penceresinin dışındaki Piyasa Sokağı’nı, sokağın canavarca geliş gidişlerini, çığlıklarını ve gevezeliklerini, ayaktakımının maceralarını ve felaketlerini, hem doğrudan hem metafiziksel olarak hor görmektedir.
Bugün bu ayaktakımı, gündelik hayatta geçim derdiyle uğraşıp didinen, düzensiz kalabalıklar halinde yaşayıp giden, meteliksiz kentli kitlelerden başka bir şey değildir. (Fransa’nın eski cumhurbaşkanı Sarkozy de bu yoksulların Fransız muadillerini doğrudan “ayaktakımı” anlamına gelecek biçimde “racaille” olarak adlandırmaktadır). Nihayet birazcık hayal gücüyle, birbirine çokça benzeyen bu ayaktakımının bir şekilde gizil bir siyasal kuruculuğa, normatif bir ideale, hatta 21. yüzyıl toplumsal mücadelelerinde belirleyici bir siyasi özneye denk düştüğünü -düşmek zorunda kaldığını- görmek çok da zor değildir. Bu ayaktakımı, gerçek anlamda küresel bir varlığa erişmiş olması nedeniyle, Joycecu “Herkes Gelsin”in (hg) ta kendisidir. Sayı olarak destansı ve gelecekteki aşağı tabaka ölçeğinde ise -bir gün kendini niteliksel olarak da ifade edebilecek şekilde- milyonlara katlanacaktır. Bir gün bu ayaktakımı, kurtuluş ve kolektif neşe adına dövüştükçe kendi dayanışmacı bağlarını olumlayarak kendisini tek bir ruh olarak dışa vurmak üzere kalabalığını ortaya koyabilecek ve rengarenk doğasını aşabilecektir.
Dr. Fischelson, aşağıdaki bu ayaktakımının hayranlık duyduğu yukarıdaki gezegensel cennetlerin kumaşından dokunmuş olabileceğini hiçbir zamana hayal edemeyecektir; hiçbir zaman Piyasa Sokağı’nın da sınırsız düşüncenin aynı kozmik gücüne ait olabileceğini düşünemeyecektir. Fakat öyledir. Dahası, eğer ayaktakımı “normatif harfleri”ni bir yükümlülük, bir HG olarak savunma arzusundaki bir ampirik kategori ise, o halde, bir araya gelme bağlamı, ortak mekânı da muhtemelen Dr. Fischelson’un Piyasa Sokağı’nı dünyanın diğer piyasa sokaklarıyla bir araya getirebilecektir. Muhtemelen bizler de bu bağlamı, bir şekilde dünyanın bütün ticari ilişkilerinin inişlerini ve çıkışlarını içermesi ve Marx’ın klasik dünya piyasası kavramını muhtemel dramanın kumaşına dâhil etmesi nedeniyle küresel çoğulluğunu ve bu sokağın artık nasıl bütün sokaklar, dünyanın bütün sokaklarının toplamı olduğunu vurgulayarak dünya piyasası sokağı olarak adlandırmalıyız. Dünya piyasası sokağı, varlığını açığa vuran bir gerçekliğin, bir zamanlar hem teritoryal hem yersiz-yurtsuz, hem mekâna bağımlı hem de mekânsız olan bir gerçekliğin bilgisini (Althusser’in sözleriyle) “feci şekilde gerçek”, son derece somut olduğu kadar soyut bir şey olarak işlemektedir.
Dünya piyasası sokağı, lafın kısası, beş benzemez insanlarla -gerçek, somut insanlarla- dolu bir sokağa işaret eden topoğrafik bir soyutlamadır. Hatta aynı zamanda uluslararası değer ve sermaye ile dolaşımda olan ve akan soyut bir süreçtir. Dünya piyasası sokağı, Athusser’in Marx’ın bir toplumsal düzendeki ekonomik ilişkiler ile siyasal ve ideolojik ilişkiler arasına bir sınır çizmek adına altyapı ve üstyapıyı “topoğrafik olarak” kullandığını ileri sürmesi benzeri kendine has bir topoğrafyayı tarif etmektedir. “Bir topoğrafya” demektedir Althusser, “çeşitli gerçekliklerle dolu olan ayrı ayrı alanları belirli bir mekân dâhilinde sunmaktadır” demektedir. Böylece tek bir topoğrafyada, sonsuz bir mekânda yekvücut olarak, dünya piyasası sokağı, dünya piyasasının -soyut zenginlik, değer, para ve soyut emek- somut biçimde dayandığı bütün o sokakları görselleştirmeye çalışmaktadır. Belki de dünya piyasası, kentleşmeyi kavramak, onu tek bir kentsel madde olarak görmek adına bir başka görme biçimine, bakış açısına ve bilişsel haritaya sahip olduğumuz dünya piyasası sokağından, Dr. Fischelson’un metafizik tavan arasından bakıldığında oradadır; ve yine kendi maddesinde içkin olarak, kent hayatına dair radikal biçimde tekçi bir ontolojik alternatif benimseyebileceğimiz -ve radikal gezegensel siyaset için geleceğe dönük bir icra biçimi bulabileceğimiz- dünya piyasası sokağı boyunca uzanmaktadır.
Çevirgen: soner torlak