a la turca kadercilikten ne kadar uzağız? // önder kulak
bugün farklı toplumlarda yazgıcılık için yer alan zorunluluk kaynağının dindar ya da seküler farklı egemen ideolojiler tarafından başka başka güç öğeleriyle içeriklendirildiği görülüyor. bu toprakların insancıkları olarak biz de bundan muaf değiliz. dahası flaubert’ten leibniz’e pek çok düşünürün kavramsallaştırdığı bir kadercilik tarzına adını verecek kadar işin gediklisiyiz. mevzuya yakından bir bakalım…
Gustave Flaubert insanlık için çabalamak ile hiçbir şey yapmamak arasında bir fark olmadığını ve neticede toplumların daima kaçınılmaz sonuçlara doğru hareket ettiklerini düşünür.[1] Bu düşüncesini bir Türk kadar kaderci olmak şeklinde niteler. Flaubert gibi pek çok düşünür tarafından kullanılmış “Türk tipi kadercilik” ifadesi, Gottfried W. Leibniz tarafından da oldukça ilgi çekici bir biçimde ele alınır.[2]
Leibniz Theodicee (Teodise) başlıklı çalışmasında, zorunluluk ilişkisiyle bağlantılı farklı kader anlayışlarını inceler. Bunlardan tembel akıl nitelemesini alan birini, bir yanılgı içinde olması bakımından özellikle vurgular. Böylesi bir düşünce etkinliği, zorunluluğa karşı adeta “hiçbir şey yapmama” eğilimindedir; çünkü “gelecek zorunluysa, ben ne yaparsam yapayım, olacak olan olur”[3] fikrini temel alır. Burada ilahi, doğal veya toplumsal, birbirinden farklı içeriklere bürünse de zorunluluğun kaçınılmaz olduğu düşünülür. Bu durum Leibniz’e göre en aşırı örneğini —dindar insanların önemli bir kesiminin de sert bir şekilde eleştirdiği— Türk[4] tipi kadercilik (yazgıcılık) ya da Fatum Mahometanum denilen anlayışta bulur.
Leibniz “… Türklerin tehlikeden kaçmadıkları, salgın hastalık bulaşmış yerlerden bile ayrılmadıkları”[5] gibi olgusal örneklerden bahseder. Burada Leibniz’in atladığı çarpıcı bir nokta daha vardır. Yazgıcılıkta “hiçbir şey yapmama” eğilimine, zorunluluğun kaynağından dilekte bulunma edimi eşlik eder. Örneğin “salgın hastalık bulaşmış yerlerden ayrılmayan kimseler”, söz konusu hastalıktan kaçsalar bile, kendilerine musallat olan felaketin yine aynı zorunluluk ilişkileri gereği, başka bir biçim altında onları tekrar bulacağını düşünürler. Bu noktada yazgıcılık doğal ve toplumsal tüm zorunluluğu ilahi olanın belirlediğini savunur; doğal ve toplumsal zorunluluğun kendine özgü bir içeriği yoktur ve bütünüyle ilahi olana bağımlıdır. Bundan dolayı felaketten kurtulmanın yolu, zorunluluğun kaynağına dilekte bulunmak olarak görülür. Başka bir deyişle zorunluluğu yine zorunluluğu yaratanın kaldırabileceğine inanılır.
Yazgıcılık özellikle Ortadoğu kültürü üzerinde daima önemli bir etkiye sahip olmuştur. Bu etki sadece dindar insanların bir kesimini de kapsamaz. Zaman içerisinde yazgıcılık seküler bir form da kazanmıştır. Bu noktada değişen, zorunluluk zincirinin kaynağı olarak ilah yerine başka bir öğe ya da belki öğeler (örneğin bir kişi ya da kişiler kültü) koyulmasıdır. Bu farklılığa karşın düşünme biçimi ilk forma oldukça yakındır. Örneğin seküler formda da, diğerinde olduğu gibi toplum rastlantıların olmadığı bir zorunluluklar alanı olarak belirlenir; ve zorunlulukların rastlantılarla bir bütün olduğu fikri dışlanır. Birey kendisini ve diğer insanları belirli bir kaynağı olan zorunluluğa mahkum görür. Bireyleri saran toplumsal ilişkiler üzerinde kendisinin ve kitlelerin etki sahibi olduğunu, toplumdaki zorunlulukların yaratılmasında bir yer tuttuğunu, bir ilişkiler ağı olan toplumda farklı zorunluluk ağlarının çarpıştığını ve böylece bir sonuç ortaya çıktığını düşünmez. Bunun yerine inandığı ya da inandırıldığı, her şeye kadir bir zorunluluk kaynağına odaklanır. Bu noktada mutsuz olan kişinin karşısına başlıca iki seçenek ve dolayısıyla burada konu etmek üzere iki örnek çıkar.
Birinci örnekte birey, yaşamı üzerinde etkili olan toplumsal koşullardan mutlu değildir ve onların değişmesini ister. Ne var ki birey, sürekli yakındığı koşulların değişmesi yolunda hiçbir katkıda bulunmaz. Koşulların kendi veya kendisi gibilerin çabasıyla/çabalarıyla değişmeyeceğini, bunun beyhude olduğunu düşünür. Nasıl geleceğini bilmediği bir dalgayla birtakım insanların ya da kalabalıkların toplumun rengini değiştireceği beklentisi içerisine girer. Bu kimselerin sıradan olmanın ötesinde, zorunluluk kaynağıyla ilişkili oldukları, onun bir parçasını oluşturdukları düşünülür. Örneğin ülkenin kurucu düşüncesinin asli temsilcileri oldukları ve söz konusu düşünceden sapıldığı için ortaya çıkan olumsuz koşulların yine aynı kahramanlar tarafından aşılabileceği ve yahut ülkedeki belirleyici inancın hakiki öğrencileri oldukları ve bir sınav olan şimdiki düzeni ıslah edecekleri akla gelir.
İkinci örnekte de birey kendisini mutsuz eden koşullardan yakınır. Fakat birinci örnekten farklı olarak, birtakım insanların ya da kalabalıkların olası müdahalelerini şüpheyle karşılar. Ona göre zorunluluğun kaynağı daima şu ya da bu “süper-güç” (genelde AB, ABD ve Rusya) ve/veya özneler-üstü şekilde belirlenen borsa endeksi, döviz kurları, uluslararası konjonktür gibi ekonomik ve siyasal süreçlerdir. Bu durumda bir değişimin olabilmesi için ya bir süper-gücün devreye girmesi ya da örneğin ekonomi gibi süreçlerde özneleri aşan bir olayın gerçekleşmesi gerekir. Öyleyse toplumsal koşulların değişimi bir yanda süper-güçlerin insafına, diğer yanda özneler-üstü olarak anılan süreçlerdeki gidişatlara bırakılmıştır. Bu noktada olanların bireyin/kitlelerin yararıyla örtüşmesini ummak dışında pek bir seçenek yoktur. Dahası sokağa dökülen kalabalıklar görülürse, bunlar ya süper-güçlerin eseri, ya da özneler olmadan nasıl işlediği belli olmayan (bu kısım çoğunlukla açıklanmadan geçiştirilir), örneğin borsadaki ani düşüşlerin bir yan etkisidir.
Bugün farklı toplumlarda yazgıcılık için yer alan zorunluluk kaynağının dindar ya da seküler farklı egemen ideolojiler tarafından başka başka güç öğeleriyle içeriklendirildiği görülüyor. Birbirlerinden çok farklı gözükseler de bunların ortak noktası, bireyleri bir zorunluluklar ağına mahkum olduklarına inandırmak ve halkın kendini bir güç olarak tanımasını engelliyor. Bu da onun ilahi bir buyruk olmadığını, aksine dünden bugüne dayatılan, egemenlerce üretilen bir düşünce biçimi, Leibniz’in ifadesiyle tembel akıl olduğunu gösteriyor. Bunun en açık ifadesi, kökenini belirli bir kadercilik anlayışından alan bu düşünce biçiminin kendini seküler bir form altında da sürdürebilmesidir. Bu noktada yazgıcılığın etkisini yitirmeden, hatta arttırarak sürdürmesi bir döngüyle açıklanabilir. Bu döngü, yazgıcılığın farklı formlar altında ideolojik işlevini yerine getirmesi, halkın alternatif bir ideoloji oluşturmada yetersiz kalması ve kendisini toplumsal değişimlerden alıkoyması ve söz konusu yetersizlik ve alıkoymanın baştaki ideolojik işlevi pekiştirmesi… şeklinde gider.
Her kültür üzerinde olumlu ya da olumsuz etkide bulunmuş belirli özgül düşünce biçimleri olduğu aşikar. Bunların bir kısmı geçirdiği evrimle yüzyıllar boyunca etkili bir şekilde, çok farklı formlar altında sürdürebilmiştir. Bu yüzden yazgıcılıktan “ne kadar uzak olduğumuz” ya da en azından “bir oranda etkilenip etkilenmediğimiz” düşünmeye değer bir konu. Örneğin sürekli toplumsal değişimden bahseden birinin kendisi dışındaki katkılardan medet umarak bir değişim beklentisi içinde olması ya da bir yandan toplumsal değişimden bahsederken diğer yandan “hiç bir şeyin değişmeyeceği” şeklinde içi boş bir melankoli içine girmesi de bir tür “kadercilik” olarak düşünülemez mi?
[1] Akt. Fredric Jameson, “Flaubert’in Libidinal Tarihselciliği: Üç Öykü”, Modernizm İdeolojisi içinde, İstanbul: Metis Yayınları, 2008, s. 210.
[2] Bir başka isim olarak Friedrich Nietzche ve onun Türkenfatalismus kavramı düşünülebilir.
[3] Gottfried W. Leibniz, Theodicee, çev. Levent Özşar, İstanbul: Biblos Kitabevi, s. 24.
[4] Buradaki Türk kavramı yazarlar tarafından çoğunlukla bir etnik kökeni değil de, eski Osmanlı İmparatorluğu içerisinde yaşayan toplulukları imlemektedir.
[5] A.g.e., s. 24.