ciddimevzu

dijital dünyanın durum öyküleri // murat dural

postmodern çağın bireyi bütünsel olarak ilginç bir hayat hikayesi yaratamayacağının, kendisine ütopik bir anlatı oluşturamayacağının farkındadır. o, artık yaşadığı anı “simülatif bir cennet olarak” o anda göstererek anlatmaya çalışır ve hayatının sonunda eline iki üç ınstagram hikaye çizgisi dolduracak kadar hikayesi, birkaç canlı yayın parçası ve durum öykülerinden oluşan bir kitap geçecektir. zaten başka ne beklemektedir ki?

“Ah, bu küçük teferruat… İki üç çizgi, birkaç konuşma parçası, işte size bütün bir hayat…”[1]

Kitap sayfası çevirir gibi bir görsel hikayeden diğerine atlarken rastladığımız anlık kesitler; kamerasını çocuğuna, kedisine çevirenler, rengarenk filtre özellikleriyle estetik görsellik yakalamaya çalışanlar, gif eklemeleriyle “yüzünde güller açtıranlar”, artırılmış gerçeklik efektleriyle kendisini mısır koçanına çevirenler… Anlık ve 24 saat sonra kaybolan bu hikayeler, 2010’ların ikinci yarısında sosyal medya kullanım alışkanlığımızın temel belirleyeni oldu. Sosyalleşme anlayışımız o anı yaşamak yerine “o anı o anda anlatmak” eylemine evrildi ve denilebilir ki yepyeni bir anlatma biçimi ortaya çıktı.

Yeni anlatma biçimi, her bireyin birer “storyteller” olduğuna dair algıyla eş zamanlı olarak yaşamlarımıza girdi. Bir anlatıcının diğerlerini dinleyici konumuna ittiği klasik anlamdaki öykü anlatıcılığı yerini yeni bir anlatıcılığa bıraktı. Ateş etrafında oturup ellerimizi ısıtırken bir anlatıcının öykülerini dinlemek yerine, ateşin çevresinde hep beraber dans ediyor, aynı anda bir şeyler söylerken birbirimizi de izlemeye çalışıyoruz. Her anımızı öyküleştiriyoruz ve bu kısa öykülerimizin içeriğinde büyük sözler yok, heyecan verici deneyimler sınırlı. Deneyimlerin çabucak metalaşıp tüketildiği çağda deneyimler sıradanlaşırken öykülere olan talebimiz artıyor, dinmek bilmeyen öykü iştahı ile toplumsal iletişim ihtiyacı birbirine karışıyor.

Teknolojinin toplumsallaştığında birer araç (medium) haline geldiği tespitini yapan Neil Postman, televizyon aracı ile değişen toplumsal iletişim alışkanlığını açıklarken “Artık okumak değil görmek, anlamak değil bakmak önemlidir,”[2] demişti. TV çağında bir olgu haline gelen “görmenin başat olduğu” iletişim ise Postman’dan birkaç dekat sonra, görmek kadar göstermenin de önemli olduğu etkileşimli görsel hikayelere evrildi. Bu görsel hikayelerin yepyeni bir dili var: İnsanlığın konuşmayı icat etmeden önce iletişim kurduğu jest ve mimiklerin, alfabe icat edilmeden önce kullanılan resim yazıların (günümüzde emojilere dönüştüler), hareketin, sesin ve yazının farklı sentezleri her an ekranlarımızda.

Ekranlarımızdaki “en yeni medyanın” iletişim biçimi ve kültürel kodları, beraberinde yeni bir soruyu da getirdi: Daha önce hiç olmadığı kadar zengin ifade yöntemlerine sahip biz anlatıcıların anlatacak bu kadar çok öyküsü var mı? Yoksa dijital dünyanın görsel hikayeleri, 21. yüzyılın sıradan insanının sıradan kesitlerini sunan Çehovyen durum öyküleri midir?

Küçük insanın öyküleri

Terry Eagleton, anlatılar üzerine incelemesinde, “Hikayeler ele gelmeyen hakikatleri yakalamaya çalışırlar sonsuza dek” ifadesini kullanmıştır.[3] İnsanlığın yaşamla kurduğu bağ, yaşamı şekillendirmeye yöneliktir. Maddi üretimdeki hammadde-ürün ilişkisi gibi hakikatler de şekillendirilip öyküleştirilir, tüketilebilir hale getirilir. Bütünsel olarak açıklanamayan fenomenler mitleştirilir, “büyük anlatılar”a dönüştürülür. Keskin bir şekilde kategorize etme pahasına denilebilir ki büyük anlatılar gerçeğin üzerini örterken küçük insanlara, ayrıntılara odaklanan öyküler hakikat arayışımızda işlevseldir.

Anton Pavloviç Çehov da sıradan insanların, sıradan olayların, ayrıntıların öykücüsüdür. Onun edebi anlayışı şu sözlerinden net bir şekilde anlaşılabilir: “Yalnızca önemsiz oldukları için sıradan insanlara gösterilen nefret ve acıma duygusu, insan kalbine hiç yakışmaz. Küçük rütbeler orduya ne kadar gerekliyse, edebiyata da o kadar gereklidir.” Masum, ikiyüzlü, entelektüel, cahil… her karakteri bir cerrah titizliğiyle, bulundukları coğrafya, ortam ve toplumsallıkla ele alan Çehov, uzun betimlemelere ve psikolojik tahlillere girmeden, izlenim ve ayrıntılarla insanı olduğu gibi gösterebilmiştir. İnsan psikolojisini yarattığı atmosferle, yalın doğa betimlemeleriyle yansıtırken evrensel hakikatleri yakalamaya çalışmıştır.

Çehov’un atmosfer öykülerinde doruk noktası, serim, düğüm, çözüm durakları yoktur. O gerilim yaratıp okuyucusuna ders vererek bir şey ispatlamaya çalışmaz, yaşamı sergilemeye uğraşır. Büyük sözler etmeyen, insani durumları küçük hareketlerin karşıtlıklarında arayan, önemli ve önemsizi yan yana koyarak oluşan kontrasttan bir anlam çıkaran öyküleri gerçekçi geleneğin parçasıdır ki bu gerçekçi gelenek, yenilikçi anlatımların da yolunu açmıştır.

Örneğin Seinfeld: What “Nothing” Really Means başlıklı video-makalede karşılaştırıldığı gibi, Flaubert’in romanlarında ortaya koyduğu gerçekçi anlayış, Seinfeld gibi bir durum komedisi dizisinde yenilikçi bir anlatıma dönüşmüştür. “Hiçbir şey ve her şey hakkındaki” bu dizi, basit olayları, sıradan insanları, gündelik hayatın ayrıntılarını göstermiştir ve bu da Flaubert’in ahlakçı önermelerden uzak olan, akıp giden hayatı betimleyen edebi anlayışıyla uyumludur. Edebiyattaki bu tarz gerçekçiliğin görsel karşılığını, gündelik hayatın doğrudanlığına yaklaşılan kurmaca yapımlarda arayabiliriz. Bunun yanı sıra gündelik hayatın “konusuz” bir şekilde ele alındığı “gerçek” öyküleri istediğimiz an elimizin altında bulabiliriz.

19. yüzyılda Çehov edebiyatında cisimleşen sıradan insan kesitleri her gün ekranlarımızda, 15 saniyelik kesitler hâlinde yer alıyor. Bu dijital durum öykülerinde o anda yaşanan durumlar, hissedilen sevinç, melankoli, heyecan duyguları, çeşitli görselleştirme özellikleriyle bir sonuca hizmet etmeden yansıtılıyor. Hayatını bu şekilde parçalara ayıran insanlar, o parçaları birleştirmek için de bir fırsat sunuyor. O parçalar birleştiğinde ise ortaya çıkan, yalnızlığını anlamlandırmaya çalışan insan oluyor. Bu küçük insan, Çehov’un yaşadığı dönemde uçsuz bucaksız Rus coğrafyasında doğayla, toplumla ve sıkıntıyla mücadele eden insanla aynı koşullara sahip değil ama toplumsal sınırlarla sıkışmış ve can sıkıntısıyla mücadele etmekte.

“Küçük insanlar galerisi” olarak özetleyebileceğimiz Çehov’un öykülerinde insanlar basit düşünür, tutarsızdır, birbirlerini ötekileştirir ve önemsizdir. Örneğin Düello öyküsündeki aydın karakter kendisinden “bizim gibi bahtsız, gereksiz insanlar…” diye bahseder. Ya da H. E. Bates’in Çehov karakterleri hakkında belirttiği gibi “Çehov’un köylüleri iyi huylu bir uyuşukluk, düşsel bir aldırmazlık ve incelik içinde, yazgının kurbanları olarak karşımıza çıkar.”[4] Çehov öykülerinde, kendisinden büyük kurumlar inşa ederek inşa ettiği bu yapılar karşısında küçülen, böylece sorumluluklarını üzerinden atan ve hayatın akışında sürüklenen tipler çizilir.

Dijital dünyada da kendi elleriyle teknolojik algoritmaların egemenliğini inşa edip büyüten insanın, bu algoritmalar karşısında nesneleşip sorumsuzlaşmasını ve eğlenmeye çalışmasını izleriz. Bir yandan farklılaşıp dikkat çekmeye diğer yandan aynılaşıp dikkat çekmemeye çalışan bireyin tutarsızlığı Çehov’un Bunalım öyküsündeki betimlemeyi hatırlatır: “Evlerinin en iyisinin durumu da en kötüsününkinin aynısıydı. Aynı tablolar, aynalar, aynı saç biçimleri, aynı giysiler…”

Hayata sıradan bir iz bırakmak

Dijital dünyanın görsel hikayelerinde sıradan insanı, kendisini farklı bir yerde konumlandırmaya çalışırken ve kendisiyle vakit geçirip yüzleşmekten kaçarken görürüz. Deneyimler tüketilir, aynı yaşam biçimleri karşılıklı olarak onaylanır ve dijital boyasını kaldırdığımızda ortaya çıkan, sıkılıp kaygılarından kaçmak isteyen insanın ta kendisidir.

Yıldız Silier, Oburluk Çağı kitabının “Sıkıntıdan Kaçarken” başlıklı denemesinde oburluğuyla dünyasını tüketen, “sıkılan insanı” inceler. Silier, Kierkegaard’dan örnek vererek insanın önündeki iki seçenekten, kaygıdan kaçmaktan (estetik yaşam biçimi) ya da kaygıyı kabullenmekten (etik yaşam biçimi) bahseder. Sıkılmamak için sürekli yeni bir şeyler deneyen birey, kaygıdan kaçmayı temel uğraş haline getirmiş insandır ve “şöhret olma arzusu ile yalnızlık korkusu kişisel özgürlüğü engelleyen içsel kısıtlardır”.[5]

Profillerini özelleştirdikçe daha çok birey olduğunu hisseden ve özgürlüğünü sosyal medyada yaşayan insan, beğen tuşunun boyunduruğundan kurtulup hikayelerindeki kitlesel görülmenin öz güveniyle yaşasa da aslında, çaresiz, sıkılgan, kırılgan yapıdadır. Bu yazının yazıldığı günlerde, virüs nedeniyle evde kalmak zorunda olan ve görsel hikayeler üzerinden challenge denemeleri yapan, birbirlerine soru sorup kendisi hakkında sorulanları yanıtlayan, farklı filtreler, efektlerle kaygılarından uzaklaşmaya çalışan insanlarda gördüğümüz gibi…

Çehovyen durum öykülerinde, sıkılan ve evine, ailesine, coğrafyasına sıkışmış insanı bütün çıplaklığıyla; anlık görsel hikayelerde ise dijital örtüleriyle görürüz. Anlık görsel hikayeler, sürekli sıkılmanın sürekli kabulüdür. Birey kendini yeniden üretmek için iş dışı boş zamanında, Conrad Lodziak’ın deyimiyle “parçalar ve kırıntılar” içinde, vadedilen hayatı yaşamadığını her an onaylamakta, çünkü eğlenmek için tatile gittiğinde bile onlarca hikaye paylaşıp sıkıntıdan kaçma amacını belli etmektedir. Bu anlık kesitler, sürekli bir kaygı durumunun kanıtlarıdır.

Modern hayatın sıkıntısından kaçmaya çalışan insanlara dair romanlar yazan Douglas Coupland hayatlarımızı başarısız bir proje olarak görür. Coupland, “Hayatımızda cenneti elde edebileceğimize inandırıldık; bununla karşılaştırıldığında geldiğimiz noktayı görmek, acı veriyor,” ifadesini kullanmış, gençliğimizi servet edinmek için, servetimizi gençlik elde etmek için harcadığımızı belirtmiş ve şu cümlelerle de zavallılığımızı aktarmıştır:

“(…) Çoğumuzun hayatında birkaç gerçekten ilginç an var, gerisi sadece vakit doldurmak için. Hayatımızın sonunda bu özel anlar bir araya gelip birilerinin biraz ilginç bulacağı bir hayat hikayesi oluşturursa şanslıyız.”[6]

Postmodern çağın bireyi ise bütünsel olarak ilginç bir hayat hikayesi yaratamayacağının, kendisine ütopik bir anlatı oluşturamayacağının farkındadır. O, artık yaşadığı anı “simülatif bir cennet olarak” o anda göstererek anlatmaya çalışır ve hayatının sonunda eline iki üç Instagram hikaye çizgisi dolduracak kadar hikayesi, birkaç canlı yayın parçası ve durum öykülerinden oluşan bir kitap geçecektir. Zaten başka ne beklemektedir ki?


[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, sf. 264.
[2] Gül Batuş, Kadife Karanlık, sf. 275.
[3] Terry Eagleton, Edebiyat Nasıl Okunur, sf. 122.
[4] H. E. Bates, Kısa Öykü sf. 57.
[5] Yıldız Silier, Oburluk Çağı, sf. 165-171.
[6] Coupland’den akt. Yıldız Silier, Oburluk Çağı, sf. 164.

Gönder gitsin