muhabbet

pierre bourdieu ile iki çift laf: protesto siyaseti // kevin ovenden

“habitus, toplumun kendisini yeniden üretme biçiminin bir parçasıdır. fakat bir de değişim vardır. çatışmalar toplumun ayrılmaz bir parçasıdır, toplum içinde üretilir. kuşkusuz insanlar toplum tarafından yapılandırılırlar. serbest piyasa teorisine göre ise, insanlar her biri bireysel ekonomik hesaplamalar yaparak bir eylem çizgisine karar veren birbirinden izole bireylerdir. ben, toplumun nesnel yapıları ile bu yapıların içindeki faillerin öznel rollerini bütünleştirmek adına ‘habitus’ kavramını geliştirdim.” pierre bourdieu abimizi ölümünün yirminci yılında kevin ovenden ile gerçekleştirdiği kenarda köşede kalmış, kısa fakat güçlü bir söyleşisiyle anıyoruz.

Kitabınız Dünyanın Ağırlığı Britanya’da henüz yayınlandı. Kitap 1990’ların ilk yıllarında sizinle yapılmış olan söyleşiler üzerinden ‘günümüz toplumunun toplumsal olarak çektiği eziyeti’ tariff etmeye çalışıyor. İnsanların büyük kısmı için hayat neden giderek daha zor hale geliyor?

Fransa’daki insanların hayatları ile Britanya’daki insanların hayatlarına olanlar arasından benzerlikler var. Kuşkusuz burada temel mesele neo-liberalizm ve benim devletin geri çekilişi dediğim olgu. Devlet, sağlık, eğitim ve toplumsal tedarik önlemleri gibi daha önce dahil olduğu bir sürü alanı terk etti.

Kitap hazırlanırken bu geri çekilişin ilk adımları atılıyordu daha. Şimdi ise durum çok daha kötü. Bu anlamda, örneğin Fransa’daki neo-liberal felsefe artık bütün toplumsal pratiklerde ve devlet politikalarında yerleşik hale geldi. Siyasi düzenin zihninde içselleştirildi. Yakın zaman önce görevden alınan eğitim bakanı Claude Allègre ile Britanya’daki eğitim bakanı birbirine çok benzeyen karakterler. Claude Allègre Fransa’da –verimliliğe ve üretkenliğe dönük bir güdü olarak– eğitim alanına ‘sert politikalar’ olarak adlandırdığı bir politikalar setini uyguladı.

Bu neo-liberaller eğitimin nasıl işlediğine dikkatli bir şekilde bakmak yerine oldukça basit bir çözümü tercih ediyorlar. Okullar ve okul müdürleri arasında rekabet yaratıyorlar; oklu müdürleri de bütçe ve öğrenci için canhıraş rekabete girişiyor. Bu rekabet tamamen sahtedir – yapay bir biçimde kurulmuştur. Eğitim sisteminin işleyişinden kendi kendine ortaya çıkmış bir şey değildir. Eğitim sistemi önceden de öyle ahım şahım değildi. Bu sisteme karşı her zaman fazlasıyla eleştirel oldum. Fakat neo-liberaller, eğitim sistemini düzeltmek ve onu daha iyi hale getirmek adına araçlar ortaya koymak yerine, eğitime dönük kapitalist vizyonu yürürlüğe koydular.

Aynı şeyi sağlık için de söyleyebiliriz. Kısa zaman önce geleneksel olarak oldukça muhafazakâr olan bir grup tıp profesörünün gerçekleştirdiği bir toplantının kaydını dinledim. Bu profesörler sağlık bakanı Jospin ile görüşmeye gidiyorlar. Fakat bakan yerine bir teknokrat ile görüşebiliyorlar. Gerçekleştirilen toplantıda yapılan tartışma tam bir facia. Profesörler ‘Bakın, ben hiçbir zaman bir gösteriye katılmadım ya da hiçbir greve ya da protesto hareketine dahil olmadım. Fakat ilk kez kendi hastalarım lehine konuşmak zorunda kalıyorum.’ gibi şeyler söylüyorlar. Bir tanesi 73 yaşında kanser hastası bir yaşlı kadından örnek veriyor, bu yaşlı kadın ilaçlarını hastanenin bütçesi açısından çok pahalı olduğu için edinemiyor. Bir diğeri kendi hastanesinin anestezi uzmanı çalıştıracak parası olmadığını, bu nedenle hastanede geceleri anestezi uzmanı olmadığını anlatıyordu. Bu profesör karşısındaki teknokrata ‘Eşinizi böyle bir hastaneye getirir miydiniz?’ diye soruyor. Teknokratın cevabı ise şu: ‘Bu kişisel bir soru, bunu yanıtlamayacağım.’

Burada kamu kurumlarının sorunlarına karşı verilen kör ve kaotik yanıtı görüyoruz. Sağlık alanında yıllardan bu yana fazlasıyla hiyerarşik bir sisteme sahibiz. Fakat 1968’den sonra daha genç insanlar bu durumu değiştirmeye çalıştılar. Sistemi daha kolektif hale getirmeye ve bir ekip olarak çalışma düşüncesini yerleştirmeye çalıştılar. Bugün bütün bu kazanımlar yok edilmiş durumda, çünkü bu alanda insanlar bütçe kesintileri ve daha fazla verimliliğe dönük zorlamalar altında çalışıyorlar.

Avrupa’nın çoğu ülkesinde merkez sol partiler iktidardalar. Bu neo-liberal politikaların başını da onlar çekiyor. Sosyal demokrat partilerin yönetme tarzında yeni olan bir şey var mı?

Üçüncü Yol veya Neue Mitte olarak adlandırılan yeni bir yaklaşımın varlığı konusunda oldukça kuşkuluyum. Avrupa kıtasının farklı yerlerinde değişen derecelerde temelde aslında hiç de yeni olmayan “yeni bir siyaset biçimi” lafazanlığına sarıp sarmalanmış neo-liberal politikalarla karşı karşıyayız. Bu anlamda, sosyal demokrat retoriğin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde ortaya çıkmış olan sosyal demokrat politikaları imha etmek üzere işe koşulduğunu anlıyoruz.

Fransa’da bu saldırıyı gerçekleştiren kişilerin çoğu da 1968 kökenli. O zamanlarda radikalleşmiş, fakat bugün tamamen sistemin bir parçası haline gelmiş kişiler. Mitterand yıllarının başarısızlığı Fransız Sosyalist Partisi’ne karşı bir tepkiye yol açtı. Tabii Aralık 1995’te yaşanan büyük isyan Sosyalistleri tekrar iktidara taşıyan bir toplumsal hareketler dalgasının habercisi olacaktı.

Fakat hükümetin ve teknokratlarının amacı bu hareketleri güçten düşürmek ve yok etmek. Bakanlar ve danışmanları bu hareketlere karı 1968’den gelen prestijlerini ve deneyimlerini kullanmaktalar.

Öğrenciler École Normale Supérieur’ü işgal ettiklerinde, zamanında 1968’deki üniversite işgallerinde bizzat yer almış olan hükümet üyeleri derhal ve acımasız bir şekilde polisi devreye soktular.

Almanya’dan ve Britanya’dan tanıdıklarım bana sıklıkla 35 saatlik çalışma haftasına ve diğer reformlara sahip olan Fransa’da yaşamanın harika bir şey olduğunu tahmin ettiklerini söylüyorlar. Fakat bu kazanımlar toplumsal hareketlerin baskıları sonucunda gerçekleşti. Hükümetler tarafından kendi kendine verilmediler. Solcu hükümet bu hareketleri kontrol altına alma konusunda sağcılardan daha başarılı olabileceğine inanıyor.

Sosyolojik düşünceleriniz siyasal duruşunuzu nasıl etkiliyor? Düşüncelerinizin büyük kısmını yapısalcılığın Fransız aydınları üzerinde büyük bir etkiye sahip olduğu zamanlarda geliştirmiştiniz.

Ben bir yapısalcı değilim. Yapısalcı yaklaşım dünyayı insanların hareket etme tarzlarını sıkı sıkıya belirleyen yapılardan oluşuyor olarak görür. İnsan failliğine hiçbir alan bırakmaz. Yapısalcı Marksist Louis Althusser’in 1960’larda söylediği gibi, insanlar tamamen ‘nesnel yapıların bilinçsiz taşıyıcıları’dır. Benim 1950’li yıllarda Cezayir’de yaptığım antropolojik çalışmanın sonuçları bu yapısalcı çerçeveye uymuyor.

Kuşkusuz insanlar toplum tarafından yapılandırılırlar. Serbest piyasa teorisine göre ise, insanlar her biri bireysel ekonomik hesaplamalar yaparak bir eylem çizgisine karar veren birbirinden izole bireylerdir. Ben, toplumun nesnel yapıları ile bu yapıların içindeki faillerin öznel rollerini bütünleştirmek adına ‘habitus’ kavramını geliştirdim.

Habitus, insanların toplum dahilinde eyleyerek edindikleri eğilimler, refleksler ve formlar dizisidir. Habitus, toplumda insanların, örneğin çocuklarını bir orta sınıf ortamında mı yoksa bir işçi sınıfı banliyösünde mi yetiştirdikleri gibi farklı konumlanmaları yansıtır.

Habitus, toplumun kendisini yeniden üretme biçiminin bir parçasıdır. Fakat bir de değişim vardır. Çatışmalar toplumun ayrılmaz bir parçasıdır, toplum içinde üretilir. İnsanlar kendi beklentilerinin ve yaşam biçimlerinin kendilerini içinde buldukları yeni toplumsal konuma birdenbire ayak uyduramadıklarını görüverirler. Bugün Fransa’da olan budur. O halde, toplumsal faillik ve siyasal müdahale meselesi oldukça önemli hale gelir.

Marksizm’in özü, işçi sınıfının kendi kurtuluşu için verdiği mücadeledir. İşçi sınıfının mücadelelerini sizin de dahil olduğunuz toplumsal hareketler yelpazesinin neresine yerleştiriyorsunuz?

Seattle hareketi, örgütlü işçiler ile çeşitli tek tek talepler ekseninde örgütlenen siyasal kampanyaları bir araya getirmiş oldu. Seattle’a katılan hareketler farklı siyasal temellerden doğru harekete geçmekle birlikte birbirlerini etkilediler. İşte bu yeni bir şey. İlk kez birbirine aslında kuşkuyla yaklaşan bu insanları bir araya getirme olasılığıyla karşı karşıyayız.

Fransa’da entelektüel-karşıtı olan bir işçicilik geleneğine sahibiz. Sendikalar entelektüellere düşmanca bakıyorlar ve entelektüeller de işçilere mesafeliler. 1968’de bu açıkça görülebiliyordu. Bugün ise ilk kez Sovyet Marksizminin gücünü kaybetmesi sayesinde bu durumdan kurtulduk. Artık bir CGT sendikası yetkilisiyle sizinle konuştuğum gibi konuşabiliyorum. Buna açıklar. Bir anlamda, benim gibi entelektüeller yirmi yıl önce yoktu. Sartre ve Foucault gibi insanlar harekete sempatiyle yaklaşıyorlardı fakat işçilere dair pek fazla ampirik bilgiye sahip değillerdi.

Seattle hareketi yeni güçlerin nasıl gelişmekte olduğunu göstermesi açısından çok önemli. Küçük çiftçilerin lideri José Bové oldukça donanımlı biri. Kendisini siyasetçilerin yaptığı gibi aşırı basitleştirmelere başvurmadan açıkça ifade ediyor. Bir entelektüel. Aynı zamanda bir yandan çiftliğinde gidip çalışıyor.

Yakın zaman önce Fransa’daki bütün toplumsal hareketlerin önde gelenlerini –işsizler, kağıtsız göçmenler, bazı sendikacılar– bir araya getiren bir toplantı organize ettim. Anarşistler, Troçkistler, Marksistler, her eğilimden insan vardı. Orada yapılan tartışmaların düzeyini aklınız almaz, inanılmazdı. Sol siyasi kültürün dirilişini Le Monde Diplomatique’in devasa satış rakamlarına ulaşmasında görebilirsiniz. Kuşkusuz birlikte hareket eden gruplar arasında güven eksiklikleri hâlâ var. Fakat o toplantının sonunda benim de bir parçası olduğum Raisons d’Agir’e bir Avrupa toplumsal hareketi tüzüğü yazıp yayınlama görevi verildi. Küresel sermayeye karşı savaşmak için ulusal bölünmelerden kaçınmak ve bir uluslararası harekete sahip olmak zorundayız.

Hareketler nasıl genel bir yapıya bürünebilir ve hareketin içindeki farklı düşünceler nasıl açıklığa kavuşturulabilir?

Hareketin gelişmesi için önündeki yol açık. Mayıs ayında neo-liberalizme karşı bir Avrupalı hareket kurmak için bir çağrı yayınlamayı planlıyoruz. Almanya’da DGB sendikalar federasyonunun, Fransa’da CGT’nin, entelektüellerin, toplumsal hareketlerin ve çok sayıda farklı örgütün desteğini almak istiyoruz. Eylül ayında bu ortak tüzük üzerine çalışmak için farklı hareketlerin katılacağı bir toplantı gerçekleştirilecek. Sonrasında gelecek yılın Mart ayında tartışmalar yapmak ve bir Toplumsal Avrupa’nın temellerini yaratmaya çalışmak amacıyla Atina’da bir konferans toplayacağız. Pek çok fikir geliştirmiş durumdayız, fakat bunları biraz işlememiz gerekiyor. Amaç, entelektüel ve pratik bir muhalefet yaratmak. Sadece entelektüeller yok burada. Yunanistan’daki en büyük sendikalardan birinin en önemli liderlerinden biri konferansımıza ev sahipliği yapmak istiyor. Görevimiz örgütlenmek ve insanların birbiriyle iletişim kurmasına yardımcı olmaya çalışmak.

Bu gelişim halindeki hareket içinde bir işbölümü var. Sosyal bilimciler karşılaşılan zorlukların üstesinden gelmekte bize yardımcı olabilirler. Eğer Avrupa düzeyinde etkili bir toplumsal hareket istiyorsak, zorlukların üstesinden gelmemiz şart – aksi halde yok oluruz.

İnsanlar arasında güçlü siyasal engeller söz konusu. En temel engeller ise sosyal demokrat hareketten kaynaklanıyor. Eğer bunların üstesinden bir şekilde gelmeyi başarırsak, kurulan hareket çok çok daha radikal olacak gerçek bir Üçüncü Yol’a öncülük edebilir. Solun solunu inşa etmemiz gerekiyor. Ekoloji hareketi içinde –hatta Fransa’da solu bir tür izole etme etkisine sahip olan Komünist Parti içinde bile– gerçekten solda duran insanlara sahibiz.

Çok sayıda insan artık küreselleşmenin ekonomik bir olgudan daha çok bir siyasal kaçınılmazlık olduğunun farkına varmaya başlıyor. Avrupa’daki mal alışverişinin dörtte üçü Avrupa içinde gerçekleşiyor. İktidarda bulunan sosyal demokrat partiler serbest piyasayı sınırlamaya dönük politikalar uygulayabilirlerdi.

Peki, onları buna nasıl zorlayacağız? Yeni bir siyasi partiye mi ihtiyacımız var?

Bilmiyorum. Onları zorlayabilsek iyi olurdu fakat zorlayabileceğimizi pek düşünmüyorum. Bana bir sosyal demokrat hükümetler krizi varmış gibi geliyor. Avrupa’nın büyük kısmında ise bir de sağ partiler krizi söz konusu, özellikle Almanya’da Hıristiyan Demokratlar yaşıyor bunu. Hakiki sol ise her zaman yanlış bir tercihle karşı karşıya kalıyor: ya sağa oy vereceksin ya da sahte solu kabul edeceksin. Fransa’da 1981’den bu yana aynı sorunu yaşayıp duruyoruz.

Solun dışındaki güçler de seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Avusturya’da Haider fenomenine tanık oluyoruz. Fakat ona meydan okuyanlar da var. Haider’in güçten düşürülmesinin temel aracı, hakiki bir solun yeniden yaratılması olacaktır. Fransa’da 1995’in sıcak geçen yazından beri kimse Le Pen’den ve Ulusal Cephe’den bahsetmiyor. Yine, İtalya’daki emekli maaşlarını savunmaya dönük kitle hareketi aşırı sağı marjinalleştirdi.

Solun dirilişinin yeni bir partinin ortaya çıkmasına yol açıp açmayacağı sorusu ucu açık bir soru. Yine ortaya çıkan düşüncelerin belirli şekillerde netleşip netleşmeyeceği de öyle. Ortaya çıkan radikal değişimlerin insanların düşünmeye sevk edeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Ben, küresel kapitalizmin görünürdeki zaferine karşın bugün geleceğe dair son otuz yılda olduğumdan daha umutluyum.

kaynak: pubs.socialistreviewindex.org.uk // çevirgen: kromozom #0

#pierrebourdieu #sociology #sosyoloji #habitus #left #revolution #devrim #resistance #direniş #anticapitalism #antikapitalizm #socialtheory #theory #sosyalteori #teori #kuram

Gönder gitsin