slavoj žižek ile muhabbet: bizi ancak süper-insanmerkezlilik ve hegel okumak kurtarabilir
Gelecek dijital mi olacak? Pek değil – dijitalleşme ekoloji ile uyumlu değilse olmaz. Feminizm gerekli midir? Tabii ki, fakat kendisini siyasi doğruculuk üzerinden inşa etmesi halinde içeriye doğru patlayacaktır. İnsanmerkezlilik yanlış mıdır? Tamamen değil, öncesinde bahsettiğim üzere, insanlığın Dünya gezegenindeki varlığını kurtarmak istiyorsak bir tür süper-insanmerkezliliğe ihtiyacımız var gibi görünüyor.
Leonardo Caffo [LC]: Sizce çağdaş felsefenin sağlığı yerinde mi, bugün ne durumda?
Slavoj ŽižeK [SZ]: Felsefe bugün “felsefenin sonu”nun iki fazlasıyla klasik versiyonu arasında salınıp duruyor. Bu versiyonlardan en görünür olan ilki, felsefenin anlama ilişkin en cüsseli sorularını bir tür aşırı bilimcilik üzerinden çözme eğiliminde: tam olarak anlaşılmamış olmakla birlikte tin’in bütün çıkmazlarını çözmek üzere bilişsel bilimleri, nöro-felsefeleri ve kuantum mekaniğini işe koşuyor. Diğer tarafta ise, bütün kavramsal soruları dünyevileştirme eğiliminde olan bir tarihsicilik görüyoruz. Felsefenin bugünkü sağlıksızlığı kısmen akademi içinde sürüp giden salakça iç kavgalar ile, yani kıta felsefesi ile analitik felsefe arasındaki (sadece iyi felsefe ya da kötü felsefenin söz konusu olduğu) yanlış ve anlamsız ayrım ile bağlantılı. Yine bu durum, insanların felsefenin anlama dönük, duyguya dönük sorduğu en büyük soruların bugün yaşamakta olduğumuz – salgınlar, iklim krizi ve siyasi ve ekonomik depremler gibi – devasa çığır açıcı dönüşümleri anlamak açısından ne denli kritik olduğunu görmesi açısından işleri daha da zorlaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Aslında felsefe açısından paradoksal olarak ilginç bir anı yaşıyoruz. “Felsefenin sonu” söylemi her dair iki yüzlü bir söylem olagelmiştir; ve bugün olup bitenler ile kritik bir biçimde iç içe geçen felsefi düğümlere işaret etmek konusunda çok daha becerikli olduğumuz günlerden geçiyoruz diyebiliriz.
LC: Beyinlerimizin yaygınlaşan teknolojik implantlar vasıtasıyla giderek birbiriyle daha fazla bağlantılı hale gelmesi sonrasında insan öznelliğinin geleceğine dair sözler sarf ettiğiniz Hegel üzerine olan son kitabınızda da bundan bahsediyorsunuz.
SZ: Aynen, fakat burada mesele, teknolojik olarak birbiriyle bağlantılı hale getirilen beyinlerimizle ilgili büyük kehanetlerin gerçekleşmesinin de bir öneminin olmaması. Benim ilgimi çeken şey, bu gerçekleşince neler olacağı… Mesela, diğer insanlarla doğrudan zihinsel olarak iletişim kurabildiğimizde bilinçaltı kavramsallaştırmamız nasıl bir şey olacak? Ya da, fiziksel çaba sarf etmeksizin hazzımızı zihinsel karşılıklı bağlantı yoluyla yaşamamız halinde bildiğimiz anlamda seksten geriye ne kalacak? Bunlar kuşkusuz insan-sonrası senaryolar, fakat insan-sonrası olanın teknik özelliklerinin neye benzeyeceğiyle kimse ilgilenmiyor, bu açıdan bakmıyorlar yani. Kendime en basitinden şunu soruyorum: Teknoloji yoluyla bir insanı insan yapan her şeyin ortadan kalkması halinde insanlıktan geriye ne kalacak? Bu soru, bilim ya da tarih eliyle çözülemeyecek şekilde özünde felsefi bir sorudur. Bu soru, kendimizi anlaşılmaz felsefi sistemleştirmelere dalıp gitmekten alıkoymayı becerebilmemiz ölçüsünde bugün sürdürmekte olduğumuz çalışmaların değerini gösteren de bir sorudur: Anlaşılmaz felsefi sistemleştirmeler derken, gerçekçiliğe ve soyut metafiziğe muazzam dönüşlerde, ayrıca, gerçekte nelerin olup bittiğine dalıp gitmeye cesaret etmeyen analitik felsefelerin dışlayıcı, steril sorularında gördüğümüze benzer şeylerden bahsediyorum.
LC: Graham Harman veya Markus Gabriel gibi felsefecilere de mi atıfta bulunuyorsunuz?
SZ: Evet, tabii ki. Hem Harman hem de Gabriel felsefeyi ilgilendiren genel sorulara dair büyük işler yapıyorlar. Yine de, eğer bu sorular – gerçekliğin ne anlama geldiği, özgürlüğün ne anlama geldiği, nesnelliğin ne anlama geldiği – bir virüs ve dijitalleşme tarafından geriye doğru bükülen bir dünyanın kaçınılmazlığı meselesine dalmıyorlarsa, ortada felsefi alanı çeşitli kuşkuculuk türlerine açık hale getirmeye dönük gerçek bir risk var demektir. Bunun kolayca kaçınılabilecek fakat oldukça ciddi bir hata olacağını düşünüyorum. İtalya’da dünya çapında takdir gören büyük felsefecilere sahipsiniz; mesela Giorgio Agamben… Gerçi Agamben ile Covid konusundaki yaklaşımı konusunda ayrışmıştık; (“aşı pasaportu özgürlüğümüzü kısıtlıyor” tarzında, sanki Covid’den ölmek özgürlüğümüzü daha fazla kısıtlamıyormuş gibi) kolaya kaçan gerici komplo teorilerine çok yakın şeyler söylemişti… Yine, muazzam bir dost ve Torino’da Marksist düşüncenin mevcut durumuna dair aramızdaki farklılıklar üzerine sık sık sohbet ettiğimiz Gianni Vattimo’nuz var.
LC: Fakat Agamben aynı zamanda bu türden meseleleri sizin de önceden ileri sürdüğünüz ile neredeyse aynı şekilde çözümlemek üzere kullanarak kendi felsefesini mevcut durumumuza uygulamadı mı?
SZ: Kuşkusuz, fakat çok sevdiği teorik araçları (onun örneğinde Michel Foucault’nun biyopolitikasını) kullanmaya çalışmak, bu özel araçların daha yeni ve daha karmaşık meseleleri çözemiyor olmaları nedeniyle, felsefeyi bugünün üzerine boca etmenin beceriksiz bir yoludur. [Agamben’in dediklerini] özetlersek, bir nüfusun özgürlüğünün yasaklayıcı sağlık düzenlemeleri yoluyla kısıtlanmasının mücadele edilmesi gereken bir şey olduğu açıktır; fakat pratiğe gelirsek, bu virüsü üretmiş olan dünyanın çok daha ciddi canavarlıklar yoluyla oluşmuş olduğu düşünüldüğünde, yapmamız gereken şey nedir? Agamben sadece Covid’in sonuçları üzerinden akıl yürütüyor. Bense felsefenin öncelikle meselelerin kökleriyle ilgilenmesi gerektiğini düşünüyorum.
LC: Her ne kadar indirgeyici bir kavram da olsa, insan-merkezlilik hakkında ne söylenebilir?
SZ: Bazı ekolojik felsefeler tarafından ortaya konan türden bir aşırı mağdur zihniyetini paylaşmıyorum: “Diğer bütün canlılar ile hepimiz eşitiz, insanmerkezli bir tarzda hareket etmeye bir son vermeliyiz.” Fakat içinde bulunduğumuz anda aslında yapmamız gereken şey, paradoksal bir şekilde, bir tür süper-insanmerkezlilik: doğayı, çevremizi kontrol altına almak durumundayız; kır ile kent arasında bir karşılıklı ilişkinin ortaya çıkmasına izin vermek durumundayız; çölleşmeyi ya da denizlerin kirletilmesini durdurmak üzere teknolojiyi kullanmak durumundayız. Bizler, bir kez daha, olan bitenden sorumlu olanlarız ve aynı zamanda çözüm de biziz. Hegel üzerine olan kitabımın temelinde yer alan şey, çağdaş felsefenin diyalektik ile iş görme gibi meselelerle karşı karşıya kaldığında doğru düzgün bir Hegelci tavır göstermesi gerektiğidir. Bizler basit çözümler önermemek, mağduru oynamamak, (“şeytan Batı” gibi) aptalca suçlamalarda bulunmamak ve o büyük büyük konuşan komplo teorilerine yaslanmamak için buradayız.
LC: Irkçılık, cinsiyetçilik, siyasi doğruculuk gibi konularda da bu kompleks duruşunuzu sergiliyorsunuz…
SZ: Tabii ki. Sorunların “herkes aynıdır, herkes bir arkadaştır, herkes bir kız kardeştir, herkes bir erkek kardeştir; nazik tarafsız bir dil kullanalım” anlayışıyla çözülebileceğini düşünmez anlamsızdır. Sonunda bu yaklaşım iyilikten ziyade zarar getirir. Toplumsal cinsiyet meselesi sadece bir etik meselesi değildir; ırkçılık meselesi de öyle. Buradaki kritik nokta, birbirine soyut bir şekilde saygı duymak şeklinde bayağı bir görevi yerine getirmek değildir. Bunun yerine, birbirinden farklı ahlaklar ve kültürler ile bir yabancı ile olan karşılaşmamızda kendimizde farkına vardığımız sarsıcı canavarlıkları nasıl bir araya getirmeliyiz, mesele budur. Bu aynı zamanda, Avrupa’nın Thales ile bin yıl kadar önce ortaya çıkan ileri etik ya da eleştirel düşünceye dönük olasılıkların söz konusu olduğu yegane felsefi kurulum olması nedeniyle, anti-sömürgecilik bayrağını sallayarak Avrupa’yı istediğimiz kadar eleştirebildiğimizle ilgili bir meseledir de. Olgulara karşı tepkisini onları iptal ederek gösteren siyasi doğruculuk, çelişkileri kat ederek çözmek zorunda olan bir düşünce tarzını zayıflatacak ve sıklıkla çürük ve kendi içinde siyasi doğrucu olmayan düşüncelere sıçrayacaktır. Benim Avrupa ve Amerika sinemasından aktardığım siyasi doğrucu olmayan anekdotlarım (ve bunlara alışkın olan okurlar) ne olacak peki?
LC: Genel olarak üniversiteler ve akademi felsefeyi bugünün zorlayıcı sorunlarına kendisini dahil edebilecek ve belki de bu sorunları çözecek bir şey olarak algılamakta bizlere yardımcı oluyor mu?
SZ: Olmuyor. Özellikle sizin de gayet iyi bildiğiniz Avrupa’nın güneyinde, üniversiteler kürsülerin nasıl paylaşılması gerektiğini belirlemenin, edindikleri iktidarı korumanın, genelde züppe olan öğrencilerine kadro sağlamanın peşindeler. Nihayet, derinlikli ve müdahaleci olarak görülebilecek türden bir felsefeyi üretme konusunda son derece isteksizler. İkinci adımda ne yapacağını bilmeden ilk adımı atanlar, sonrasında da buna dair salakça ve temelsiz akademik mazeretler uyduranları bir kenara bırakırsak, felsefi araştırma ile felsefi müdahale arasında hiçbir fark yoktur.
LC: O zaman, sizin kitabınızda da iddia ettiğiniz üzere, bir bilimsel öngörünün bizim kavramsal becerimizin yerini almasına dönük risk somut bir risk demektir.
SZ: Bu risk somut, gerçek bir risk, fakat mesela (en son çalışmamda ele aldığım konu olarak) beyinlerimizin birbirine bağlanmış hale gelmesi olasılığına bakarken, bu olasılığın teknolojik potansiyelinin neden esasen kendi türümüzün nasıl değişeceği meselesinin gölgesinde kalacağını açıklamaya çalışarak bertaraf edilebilecek bir risk aynı zamanda. Bu anlamda, bir şekilde potansiyel trajediyi içeren bir mesele ile de karşı karşıyayız (Bir kez daha söyleyeyim, size sizin insan-sonrası konusundaki çalışmalarınıza saygım var, fakat ben bunun insan öznelliği açısından ne anlama geleceği konusunda çok daha eleştirelim). Sağlam hermenötik [yorumsalcı] ufukları yeniden kurmak, gelecekte olacak çoğu şeyin sadece verilerin ve bilimsel keşiflerin doğrulanmasına değil, bizlerin gerçekten neyin olup bittiğine bakarak şeyleri nasıl yorumlayacağımızı ve şeylerin etkilerini nasıl yöneteceğimizi bilme kapasitemize bağlı olduğunu göstermek durumundayız. Felsefede gerçek olan şeye geri dönmek konusunda istediğimizi söylemekte, ilan etmekte özgürüz, fakat gerçekten yaşanmakta olan durumlarla yüzleşmezsek eğer, felsefeyi kendi yok oluşuna mahkum ediyoruz demektir, ki bu da kimse açısından iyi olmayacaktır. Hem aşkın olarak düşünebilen hem de fiili siyasal, sanatsal ve teknik görüşlere hızla tercüme edilebilen bir düşünme biçimine son derece somut bir ihtiyaç söz konusu.
LC: Peki, böyle bir felsefe için yer var mı?
SZ: Fazlasıyla yer var hem de. Fakat – şunu tekrarlayayım, muhtemelen radikal solcu takipçilerimin pek çoğunu hayal kırıklığına uğratıyor olacağım – Avrupa gibi eleştirel düşüncenin kalelerini, üniversiteleri derin bir reforma tabi tutmayı ve çağdaş bilimin sorgulanmayan fetihlerinin pek çoğunu hermenötik yönden değerlendirmeyi savunmak zorundayız. Böyle yapmak istiyorsak, komplo teorilerinin eski felsefi kavramlarla gücünü koruyarak yaktığı ateşe benzin taşımamak durumundayız. O halde felsefenin görevi, şeylerin “nasıl”ına odaklanmaktır. Böylesi bir yaklaşım kompleks bir yaklaşım olacaktır. Bu yaklaşım, “beyaz”ın kolaylıkla “siyah”tan ayrıştırılabildiği hızlı çözümler önermek istemeyen bir yaklaşımdır. Gelecek dijital mi olacak? Pek değil – dijitalleşme ekoloji ile uyumlu değilse olmaz. Feminizm gerekli midir? Tabii ki, fakat kendisini siyasi doğruculuk üzerinden inşa etmesi halinde içeriye doğru patlayacaktır. Bizler hakiki ırkçılık-karşıtları mıyız? Teoride evet, fakat kendimizi farklı kültürlerin ve farklı ahlaki pusulaların söz konusu olduğu bir mahalledeki evlerin arasından geçerken bulduğumuzda, bütün kesinliklerin çökmesi olasılığını göze almış oluruz. İnsan-merkezlilik yanlış mıdır? Tamamen değil, öncesinde bahsettiğim üzere, insanlığın Dünya gezegenindeki varlığını kurtarmak istiyorsak bir tür süper-insanmerkezliliğe ihtiyacımız var gibi görünüyor. Kuşkusuz konuları basitleştiriyorum burada, fakat bu basitleştirme çağdaş felsefenin görevi nedir üzerine konuşurken kast ettiğim şeyi anlamanız açısından size yardımcı olacaktır.
bu söyleşi, leonardo caffo tarafından yapıldı ve orijinali italya’da yayımlanan corriere della sera gazetesinin haftalık eki sette dergisinde çıktı; söyleşinin ingilizcesi publicseminar.org sitesinde thomas winn’in çevirisiyle 20 ekim 2021 tarihinde yayımlandı; türkçe çevirgeni: kromozom #0.