“don’t look up” hakkında konuşmalıyız // john devore
dürüst olmak gerekirse, don’t look up’ı izlerken inanın kuyrukluyıldız gelsin de kurtulalım diye bekledim. kuyrukluyıldızın iklim değişikliği için bir metafor olarak kullanılıp kullanılmadığını bilmiyorum ve mckay’in de bildiğini zannetmiyorum. ben parmağını sadece bazılarımıza değil, hepimize sallayan bir komedi istiyorum. durumun kötü olduğunun gayet farkındayım, fakat hayatlarını yaşam koçlarının yönettiği “iyi şeyler yap”çı tayfaya ahlak dersi vererek dünyayı kurtaramazsınız.
Don’t Look Up filminin sıkıntısı, aslında alay etmesi gereken izleyicileri pohpohluyor olması. Filmin konusunu çoğu kişi biliyordur ama adettendir, çok kısa bahsedelim. Senarist-yönetmen Adam McKay’in yıldız oyuncularla dolu bu Netflix siyasi komedisinde, iki bilim insanı dünyaya doğru son hızla yaklaşan bir kuyrukluyıldız keşfediyorlar. Bu kuyrukluyıldız dünyaya çarpacak ve yok edecek. Birilerinin yaklaşan felaketten para kazanmanın yolunu bulmasına kadar da hiç kimse bu iki bilim insanına inanmıyor ya da onları dikkate almıyor.
Filmde bu iki bilim insanını Leonardo DiCaprio ve Jennifer Lawrence oynuyor ve bu ikili verdiği mesajdan son derece gurur duyan filmimizin kahramanları olmaya en yakın karakterler diyebiliriz. Filmin mesajı ne mi? Şöyle söyleyeyim; siz hariç herkes aptal. Evet, siz hariç.
İşin aslı McCay’in tam olarak neyi hicvettiğini pek anlayamadım. Hatta Don’t Look Up’ın bir hiciv olup olmadığı konusunda da emin değilim. Bir komedi mi? Kötü ahlaka dönük bir karar komedi mi? Hangi felaketten bahsediyor peki? Küresel ısınma mı yoksa salgın mı? Ben iklim değişikliği hakkında olduğunu düşünüyorum ama kurumlarımızın her ikisiyle de baş etmek için yeterince donanımlı olduğunu düşünmüyorum zaten.
Senaryosunu McCay ile birlikte gazeteci David Sitora’nın yazdığı film, modern siyaseti, medyayı ve teknolojiyi tefe koyuyor ve bir yerlerde bir iklim değişimi metaforu da geçiyor. Filmin adı aynı zamanda onun en vurucu cümlesi: “Don’t look up” [Yukarıya Bakma ya da Başını Kaldırma] aklın yolundan gitmeyi reddeden, bilimi yok sayan ve günden güne dünyaya yaklaşan kuyrukluyıldıza gerçek anlamda kafasını kaldırıp bakmayan budala tiplerin tekrarlamaya başladığı bir tür taraflı slogan.
Fakat McCay bir şekilde izleyicilerinin, Wu-Tang seven havalı ve zeki bir genç ve filmde bir tür hipster hakikat anlatıcısı Cassandra olarak koşturup duran Jennifer Lawrence ise özdeşleşmesinin yolunu açıyor. Hakikat ise şu: doğrudan ya da yüzeysel bir biçimde ilkim felaketinden bahseden herhangi bir filmin kötü karakteri insanın ta kendisidir. Yani hepimiz. Bütün türümüz. Don’t Look Up, sermayedarları, geveze kanaat önderlerini ve kendini beğenmiş bürokratları özellikle suçlarken, sadece az sayıda insan filmin sert suçlamalarından muaf kılınmış gibi görünüyor: sürekli şikayet eden aydın sınıf.
Ben de bu sınıfa üyeyim aslında fakat epeydir üyelik görevlerimi yerine getirmiyorum.
Meryl Streep –tuhaf bir Hillary/Trump mutant melezi– başkan rolünde yıldızlaşırken, Jonah Hill oğlu ve genelkurmay başkanı rolünde, Mark Rylance ise Bezos-benzeri bir milyarderi oynuyor. Bütün bu karakterler birer palyaço, daha doğrusu karizmatik palyaçolar, fakat değişen iklim ile baş etmeye dönük kolektif beceriksizliğimizin bu palyaçolarla hiçbir ilgisi yok. Yönetimde olan insanlar son derece bencil ve işinin ehli tipler ve de kendi konforlu ve besili hayatlarında kendilerini riske atacak herhangi bir yorumda bulunmaktan özenle kaçınmaktadırlar.
Uygarlığın karşı karşıya olduğu acil durumları görmezden gelenler aslında çok konuşan aptallar değil, sıkıcı budalalardır. Bu ikisi arasında fark var.
Don’t Look Up esasen yeni bir şey söylemiyor. Demek istediğim, iklim değişimi denen şeyin gerçek olduğunu biliyorum. Pandeminin siyasallaştırılmasının aileleri tehlikeye attığını biliyorum. Doktorlara, liderlere ve birbirimize güvenmiyoruz. Yaşıyorum. Varım. Bana insanların her zaman doğru olan şey yerine kendilerini iyi hissettiren şeyi tercih edeceğinin anlatılıp durmasına ihtiyacım yok.
Biz de kendimizce bir şeyler yaptık tabii. İnsanlar yani. Piramitleri yapmak çok zor bir işti. Biz yaptık. Yollar mesela. Gayet iyi. Gemiler var. Katedraller. Buhar motorları ve havalandırma sistemleri. Bundan elli yıl önce insanlık ayda yürüdü ve bugün ise milyarderler yörüngede safari yapmaya gidip geliyorlar.
Bir komedi filminin bana zaten bildiğim şeyleri anlatmasına ihtiyacım yok. Film uzunluğunda bir siyasal reklam izlemek istemiyorum. Greenpeace Gururla Sunar: Mahşer! Böyle şeyleri sevmem. Don’t Look Up bence dürüst değil. Mevzubahis yok olmak olduğunda biz ve onlar diye bir şey yoktur.
Ben parmağını sadece bazılarımıza değil, hepimize sallayan bir komedi istiyorum. Hayatınızda hiç iklim değişimi hakkında konuşup duran bir liberal gördünüz mü? Sanki birisi orgazm olurken aynı anda kafasında buharlar çıkıyor gibi bir şeydir. Durumun kötü olduğunun gayet farkındayım, fakat hayatlarını yaşam koçlarının yönettiği “iyi şeyler yap”çı tayfaya ahlak dersi vererek dünyayı kurtaramazsınız.
Şimdi kim yapmıştı hatırlamıyorum ama, birisi Don’t Look Up ile Stanley Kubrick’in 1964 yapımı bir Soğuk Savaş komedisi olan klasiği Dr. Strangelove ile karşılaştırmış. Neyse, bu karşılaştırmayı yapan kişi Don’t Look Up’ı hiç beğenmemişti, ki hakkıdır tabii, fakat sonra konuyu biraz da zorlayarak Dr. Strangelove’a getirivermiş. Yahu, nükleer kıyamet günü üzerine neredeyse mükemmel yapılandırılmış ve kara değil kapkara komedi olan Dr. Strangelove bunu hak edecek ne yaptı size!
Bu iki filmi izleyip de, ikisinin de dünyanın sonu ile ilgili olması dışında bir bağlantı kurabilmek de olacak iş değil. Kubrick filmleri konusunda derinlemesine kafa yoran, hesap kitap yapan ve insanlardan açıkça haz etmeyen sert mizaçlı bir sanatçı iken, McKay ise sadece Cumhuriyetçilere oy verenlerden ya da kritik eyaletlerde bağımsız adaylara oy verenlerden haz etmiyor, o kadar.
Uzak bir gelecekte uzayda başıboş dolaşacak Dünyamızın ölü bedeni ileri teknolojiye sahip bir uzaylı türü tarafından keşfedildiğinde, bu uzaylılar insanların kendi gezegenlerini öldürdükleri sonucuna varacaklar, bu kesin. Yani, masum değiliz hiçbirimiz.
Yine, bu uzaylıların kayıtlarımız üzerinde biraz çalıştıktan sonra “İnsanlık gezegen çapında bir felakete yol açan şekilde iklimde radikal değişimlerin gerçekleşmesinden tek başına sorumluyken, sivil toplum kuruluşları sosyal medya hesaplarından takipçilerini karbon emisyonları konusunda uyarak çok güçlü Tvitler attı ve bazı insanlar da yaklaşık beş yıl boyunca plastiklerini geri dönüşüme attılar.” şeklinde bir rapor düzenleyeceklerini tahmin ediyorum.
Böyle olmaz. Tarih bizi yargılayacak. Sizce de komik bir durumda değil miyiz?
Dürüst olmak gerekirse, Don’t Look Up’ı izlerken inanın kuyrukluyıldız gelsin de kurtulalım diye bekledim. Kuyrukluyıldızın iklim değişikliği için bir metafor olarak kullanılıp kullanılmadığını bilmiyorum ve McKay’in de bildiğini zannetmiyorum. Fakat bir kuyrukluyıldız, özellikle de Dünya’ya çarpacak bu kadar devasa bir kuyrukluyıldız, Allah’ın işidir. Bu da bizim suçumuz değildir artık. Bence Allah’ın kendi yarattığı bu dünyaya bir kuyrukluyıldız fırlatmasının zamanı da geldi. Emin olun bunu hak ettik. Bir avuç maymunsu olarak her şeyi berbat ettik. Buna filmin senaryosunun diğer yazarı David Sitora da dahil.
Don’t Look Up’ın komik olmamasının nedeni, sadece önce fazlasıyla komik klişeleri öne sürüp hemen ardından bunu hak edilmeden kazanılmış erdemli davranışlara bağlaması değil. Film komik değil, çünkü tıpkı filmin yapımcıları gibi filmin kendisi de kendisine dönük bir mizah duygusuna sahip değil. Don’t Look Up, kafası karışık bir vaizin hiç de komik olmayan ve ahlaktan bahsedip duran rutin kürsü konuşmalarına benziyor.
Komedi, insanların yaşamın pasaklı, kirli ve korkunç yönlerini işlemesinin yollarından biridir. Kendimizi ve başkalarını affetmeyi nasıl öğreneceğimiz ile ilgilidir. Ben kusurluyum, sen de kusurlusun; bir birlikte kusurluyuz. Kendimize gülme becerisine ve açıklığına sahip olmaksızın ne alçakgönüllü ne de merhametli olabiliriz.
Bugün dünyanın sorunu –daha doğrusu sorunlarından biri– hepimizin kesinliğin konforunun peşinde olmamızdır. Bize bizim haklı, ahlaklı ve iyi olduğumuzun söylenmesini istiyoruz. Hesap açmayı tercih ettiğimiz sosyal medya platformları, tıpkı havadaki bir uçağın kabinindeki hava gibi, umutlarımızın ve korkularımızın geri dönüştürülüp durduğu alanlar aslında. İkiyüzlü zamanlarda yaşıyoruz: dünya tehlikede ve dünya bizim sorumluluğumuzda. Dünya benim sorumluluğumda. Bizim sorumluluğumuzda.
kaynak: medium.com / çevirgen: chris dadallı