delordu müsamere komutanlığı // kerem batumlu
“ankara yine şaşırttı. bozkırın ortasında, betonun ortasında, herhangi bir kazanç, bir geri dönüş beklemeden, inadına inadına beste yapıyorlar. hiçbir yapımcının dönüp bakmayacağı, hayatta satılmayacak şarkılar. hepsi de kolombiya’dan bilmemkim geldi diye araf’ta toplanmışlar. kimse dinlemez diye rafa kaldırdıkları şarkılarını çalıyorlar.”
TSK reddemeyeceğim bir teklif yaptı. Bedelli askerlik yapmaya Türkiye’ye döndüm. Kolombiya’da bizim çocuklara “üç aya dönerim,” deyip uçağa bindim. Bir ay askerlik yaparım, bir-iki ay da arkadaşlarla kaynatır dönerim. O kadar eminim yani. Hatta o kadar eminim ki, Ocak ayında Peru-Şili turnesi ayarlama çalışmalarına devam ediyoruz. Ama askerlikte damping olduğu için 1,5 milyon kaçağın 700.000’i başvurdu fakir bedellisine. Bok dönersin üç aya. Askerlik sıram sekiz ay sonraya çıktı. Sekiz ay sürteceğim. Kırk yaşında adamım (neredeyse), annemin evinde kalamam, deliririm. Bir yer lazım, kira için para lazım, iş lazım. Bir yandan da dokuz yıldır tropik memleketlerde adını bile unuttuğum ‘kış’ geliyor.
Ankara’nın üstüne ölü toprağı serpilmiş gibi. Karşılaştığım eski tanıdıklara “Ee, sen ne yapıyorsun?” diyorum. Çoğu kişi “aynı işte…” diyor. Olum on yıldır görüşmüyoruz, neyle aynı? Neyin aynısı? En son gördüğümde lise sondaydın! Hala lisede misin? Neyse. Ama esas daha şaşırtıcı bir kısım “hiçbir şey,” diyor. Nasıl ya? Nasıl hiçbir şey yapmıyorsun? Ben neden manyak gibi her gün, habire bir ‘şey’ yapmaya uğraşıyorum. Bütün ülke bir katatonik depresyon halinde. Ama onu bırak; bu nasıl bir lükstür? Hiçbir şey yapmıyormuş beyzadem… hepinize bir yerden maaş mı yatıyor lan?
Grubum yok, enstrümanlarımın çoğu yanımda bile değil. Hatta onu bırak, kışlık montum bile yok! Kös kös Araf’ın önüne geldim. Konur sokakta eskisinin üç katı kadar mekan var. Önceden binaların üçüncü katına kadar dolduran barlar şimdi en üst katlara kadar çıkmışlar, binaların sokağa bakmayan cephelerine de yerleşmişler. Her yer ışıl ışıl. Araf’ın tabelasına baktım. Tabela dağılmış. Diğerlerinin arasında seçilmiyor bile. Tam on yıl önce yaptığımız tabela.
On yıl önce dükkanı borcuna karşı devraldık. Can, ben ve üç ayarsız daha. Yavaş yavaş gelenimiz, gidenimiz, müdavimimiz artmaya başladı. İnternette, facebookta da canlanınca İstanbul Araf’tan bir mesaj geldi. “Bu ismin her hakkı saklıdır,” diyor. “Her şeyi tescillidir. Değiştirin.” Bu ne hiddet, ne celal? “Peki, tamam,” dedik, “değiştiririz.” Çok da fifi. İsmi zaten biz koymadık. Ama adama yetmedi, daha sert bir mesaj attı: “Salı gününe kadar tabelayı indirin, kontrol ettiricem. Yoksa dava açarız!” Hay sıçayım ismine. Ne isimmiş arkadaş? Çok matah mekan ya, arkadaşlar marka oluşturmuşlar ya, müthiş yaratıcı isimlerini kullanarak Ankara’da pirim yapacağız. “All music of the world” diye de yamuk İngilizceyle bir sloganları var. Kamuoyuna (facebook) bunları aşağılayan bir yazı döşendim. Sonra da isim ne olsun diye beyin fırtınasına oturduk.
Araf kısmı kalsın dedik. Gıcıklığına. Sonuna bir şeyler ekleyelim. Tek bir harf bile eklesek yasal olarak yırtıyoruz aslında. Arafa, arafq… Can diyor ki, “tek bir harf değil, hepsini ekleyelim. Araftakalapetkrasdfasdf… diye gitsin.” İyi güzel de, tabela sınırlı. Bir yerde bitmesi lazım.
Ha bir de o zamanlar çok reggaeciydik biz. Gözlerimiz çakmaklı! Komik Günler’in tam bir konser edecek kadar repertuarı olmuştu da küçük sahnelere çıkmaya başlamıştık. “O zaman,” dedik, “en iyisi ARAFTAFARAY.”
Jamaika renklerinden yapışkanlı kağıtlar seçip, neşeli bir fontla harfleri kestik. O zamanlar çok neşeliydik biz. Hayat neşeliydi, gittikçe daha neşeli olacak diye umuyorduk, bekliyorduk. Daha aramızdan kimse otuzuna basmamıştı. Kimse hapse girmemişti. Kimse ölmemişti. Renkli harfleri tabelaya yapıştırdık, ışığını da tamir ettik. Nefis oldu. Ha, herkes dükkana ‘Araf’ demeye devam etti.
On yıl sonra: Sokakta durmuş yukarı, binaya bakıyorum. Tabelanın lambası zaten çoktan bozulmuş. Harflerin birinin yarısı düşmüş. Kalanların kenarları kalkmış, tozdan, pislikten beyaz arka planın da harflerin de rengi griye dönmüş.
Buraya bir uzun parantez: (Yıllar sonra İstanbul’a taşındım. Araf’ta çalacağım. Mekan sahibi gelip grubu görmüş, beğenmiş. Haftalık programda anlaşacağız.
“Yalnız,” dedim, “şöyle bir durum var; biz sizinle biraz atıştık birkaç yıl önce.” Olayı anlattım.
“Hiç haberim yok,” dedi adam. “Kimdi mesajı atan?”
“İsmail bişey.”
“Biz burada dört ortağız. İşleten de biziz, ayrıca bir işletmeci müdür falan yok. İsmail diye biri yok. Hiç de olmadı.”
“Avukat gibi konuşuyordu.”
“Valla bilemedim.”
Anlaşılan alakasız birisi üstüne vazife edinmiş İstanbul Araf’ın adını savunmayı. Yahut birisi çok fena eğlendi bizimle.)
Nerede kalmıştık? On yıl sonra, İstanbul Araf çoktan kapandı. Araftafaray yerinde duruyor. Enstrümanım yok, grubum yok, param yok, kış geliyor.
On yıl önce arkadaşıma bıraktığım gitarı geri istedim. Araf’ta tek kişilik konser yapacağım.
Haftada iki-üç gün “mütevazi sahne” adı altında birileri çıkıp çalıyor. Can da beni orada çalan herkese Kolombiya’dan büyük müzisyen geldi diye tanıtıyor. “Burayı beraber açtığımız, bu sahneye de ilk çıkan arkadaşlardan. Ha, Komik Günler’i de ilk kuran adam bu.” Mütevazi Sahne’nin müzisyenleri bana aşırı bir saygı ve hayranlıkla bakıyorlar. O hayranlığı nereme koyacağımı bilemiyorum. Çünkü aslında bir durum yok. Geçen yıllarda hepi topu iki tane daha enstrümanı kıvırmışım. Fena olmayan bir beceri. Ama o kadar da olsun zaten, yirmi yıldır müzisyenim. Onun dışında yine aynı sokaklarda ve aynı düğünlerde çalıyorum. Sözde albümlerim var birkaç tane, ama onları da dinleyen yok.
Ankara’ya ilk geldiğim hafta “karşılama eğlencesi ve dinletisi” yaptığımızda dükkan doluydu. Şimdi madem burada kalıcıyım, bunu haftalık bir şeye çevirelim dedim. Cuma-Cumartesi müzisyenlerini yerinden etmeyelim. Çarşamba.
Erkenden gittim, akordiyonu, gitarı bağladım. Bütün ses sistemini bir elden geçirdim, hoparlörlerin gidip gelen bağlantılarını düzelttim. Saat dokuza yaklaşırken oturan iki-üç masa da kalkıp gitti. Bomboş dükkana bakakaldım. Sadece Mütevazi Sahne müzisyenlerinden üçü barda oturuyorlar. Yarım saat daha bekledim. Kimse gelmedi. ANKARA, sözde kendi memleketim olacak. Eş dost, birileri sırf hatır için de olsa gelir diye umuyordum. Boşverip toplansam mı diye düşünürken kapıdan Erdal girdi. Erdal da arada sahneyi ziyaret eden yarı zamanlı müzisyenlerden.
“Hah, daha başlamadı mı?” dedi. “Ben de kaçırdım sanmıştım.”
Barda oturanlara baktım. Hepsi beni bekliyorlar. Mecburen çalacağım. Belki o arada birkaç kişi daha gelir. Sahneye geçtim. Yıllardır Kolombiya’da enteresan bir şey olmaktan çıkayım da, milletin anlayarak dinlediği, insanların içinde bir şeyler kıpırdatan besteler yapayım diye uğraşıyorum. Şimdi o İspanyolca bestelerle kendi doğduğum şehirde egzotik yabancı durumuna geri düştüm. Can durumun absürtlüğünü anlıyor. Her şarkı bittiğinde barın arkasından “ne diyo?” diye bağırıyor. Ben de sözlerin Türkçe mealini açıklıyorum.
Böyle böyle biraz çaldıktan sonra başka kimse de gelmeyince Ankara’ya kızdım, küstüm. Mikrofona: “Bugünlük bu kadar olsun,” diyip gitarı bıraktım. Kös kös bara geçip bir şarap istedim. Sonra bardaki çalgıcılardan biri, “Abi senin gitarı bir çalabilir miyim?” dedi. “Tabii ki,” dedim.
Sahneye geçti. Biz Zaten Mafyayız diye bir şarkı çaldı. Aralara da ağzıyla synthesizer sesleri ekledi. Şarkı bitince manyak gibi alkışladık. Özür dileyerek yeterince prova etmediğini, aslında daha iyi synthesizer sesleri yapabildiğini söyledi. Sonra herhalde synthlere daha iyi çalıştığı bir şarkı daha çaldı. Son olarak da Uzaylılar Hoşgeldiniz’in grunge bir coverıyla noktaladı.
O bitirince bardaki bir diğeri de gitarda şansını denemek istedi. Bunun şarkıları daha derli toplu, mizahı daha sofistikeydi.
E, bunun üzerine ben de geri çıktım. Konuyla alakalı olsun diye Öcü Gibi Korkuyorlar Mao Zedung Yoldaşımdan’ı çaldım. Arkasına bir-iki beste ekledim. Karşımda toplam beş kişi, mikrofona konuşuyor olmak çok saçma geldi. Kabloları söküp bara geçtim. Gitarı elden ele dolaştırdık. Herkes kıyıda köşede kalmış, tamamlanmamış en acayip bestelerini ortaya döktü. Bir baktık saat üç olmuş.
Ankara yine şaşırttı. Bozkırın ortasında, betonun ortasında, herhangi bir kazanç, bir geri dönüş beklemeden, inadına inadına beste yapıyorlar. Hiçbir yapımcının dönüp bakmayacağı, hayatta satılmayacak şarkılar. Hepsi de Kolombiya’dan bilmemkim geldi diye Araf’ta toplanmışlar. Kimse dinlemez diye rafa kaldırdıkları şarkılarını çalıyorlar.
Can’dan ses sistemini tekrar açmasını istedim.
“Yok abi,” dedi. “Çok geç oldu. Bu saatten sonra gürültü yapamayız.”
“Yok, yok. Bir şey çalmayacağım. Sadece bir anons yapmam gerek. Mikrofon lazım. Aç sen. Hafif kısık kalsa da olur.”
Açtı. Mikrofona geçtim. Reverb’ü kökledim.
Halka sesleniş tonlamasıyla: “Arkadaşlar, yoldaşlar, hemşerilerim. Bugün Araf’ın açılışının onuncu yıldönümü,” diye uydurdum. “On yıl önce bu işe girerken aklımızda tam net bir şey yoktu. Amacımız biraz nefes alınacak, biraraya gelinip, bir şeyler üretilecek bir alan yaratmaktı. Bu amacımıza yaklaşabildik mi bilemiyorum. Üç tane bira satmak için sürekli zabıtayla, belediyeyle uğraşıp durduğumuzu görünce ben daha ilk senesinde bırakıp kaçtım. Can devam etti.”
“Ama kesin bildiğim bir şey var. O da Can’ın çok çok önceden beri kendine bir deliler ordusu kurmak istediği. Bugün bu hedefine doğru emin adımlarla ilerlediğini görüyorum. Kıvanç ve öğünç doluyum. Hayırlı, uğurlu olsun!”
Delordu Müsamere Komutanlığı o sene her ayın son çarşambası Mütevazi Sahne’de buluştu.