edebi sadakat // john cowper powys
Neden kendimize yalan söylemeye çalışalım ki? Her zaman alnımızda esen bu özgürleştirici havayla birlikte yaşayamayız. Bizden önceki anne-babalarımız ve bizden sonraki çocuklarımız gibi aydınlık olmayan saatlerin sorumluluğunu taşımak zorundayız. Ruhlarımızı “eski usullerin” heyecanlandırıcı tecellisine yol açan dokunuşun, kısa bir bakışın, sözcüğün, jestin bizlere belirlenmiş saatinde geri dönmesine yeterince hazırlayabilirsek, mirasımıza layık olmayan kişiler olarak da görülmeyeceğiz.
Burada hedeflediğim şey, beni uzun süre kendileriyle meşgul eden Edebiyat’taki büyük figürlere dair bütünlüklü bir görüş sunmaktan biraz daha fazlası. Onlara dair bu yetersiz görüşler, benim kendi bilinçliliğimin akış halindeki nehri dâhilinde görüntü, hayal meyal geçebildikleri kadar geçmekteler.
Eleştirel deneme kitaplarının büyük kısmı bu figürleri kendi küçük taşralı değerlerinden, ele aldıkları büyük eserlerden doğru ölçme ve yargılama sorumluluğunu affedilmez bir küstahlıkla üstlenirler. Bu bir arsızlıktır! “Tehlikeli yaşama” dair en ileri deneyimleri komşularının karılarıyla rezilce kırıştırmaktan fazlası olmayan herhangi bir Profesör Bu ya da Doktor Şu, Shakespeare ve Hardy’yi, Milton ve Rabelais’i nasıl olur da mutlak yerlere koymaya yönelecek bir Etik Sentez ortaya koyabilir?
Her eleştirinin kendi Estetik İlkeleri’ne, Etik Kanaatleri’ne sahip olma hakkı vardır; ama iş bunları Edgar Allen Poe’dan Charles Lamb’a sakil ve mektepli bir ajitasyon biçiminde uygulamaya geldiğinde, bundan vazgeçmeyi istemek zorundayız! İstediğimiz şey, yeni Eleştirel Standartlar formüle etmek ve bunları nihai sefil Sanat Kuramımızdan önceki büyük ustalara uygulamak değildir. İstediğimiz şey, edebiyattaki bu büyük şeylerin, bizi bir an doğal ve savunmasız bulduklarında –yani bizi etik gramofonlar olarak değil erkekler ve kadınlar olarak bulduklarında– nasıl da gerçekten vurduğuna dair dürüst, apaçık ve oldukça kişisel bir telaffuz biçimidir.
Benim bu taslaktaki kendi hedefim, okuyucuyu, kendi ruhsal maceralarım sırasında formüle etmiş olabileceğim doğaçlama “düşüncelere” yönlendirmek değildir; bu, kendimi böylesi “düşünceler”den yoksun kılmak ve doğal olarak kendimi ihtiraslı bir alçak gönüllükle birlikte bu büyük sanatçıların çeşitli görüşleri ve huylarına mutlak biçimde ve tamamen teslim etmek anlamına gelirdi.
Etik Platformların müdavimi olan yarı eğitimli insanlar arasında dolaşmakta olan, Edebi Eleştiri’nin “yapıcı” olması gerektiğine ilişkin absürt bir fikir mevcuttur. Ah o “yapıcı” sözcüğü! Dehanın gizemi adına, bir eleştiri nasıl olur da bir putperestlik, bir ibadet, bir başkalaşma, bir aşk meselesinden başka bir şey olabilir! Bu insanların yaptığı hazin yanlış, büyük sanatçıların, böylesi zavallı kimseleri desteklemek için hâlihazırda onların ahlaki güvenliğini ve sığınağını sağlayan özel, ince, mukavva bir kürsüde yaşadıklarını ve bu kürsüden yazdıklarını tasavvur etmektir.
Hiç kimsenin, zihni çok yönlü bir eğilim dâhilinde bir kenara fırlatılmış ve ortadan kaldırılmış biçimlerden önce birini ve sonra diğerini, büyük Spells gibi teker teker ele alamayan bir eleştirmen olma hakkı yoktur.
Kim Profesör Filanca’nın dünya görüşünün ne olabileceğini bilmek ister? Burada Profesör Filanca’yı bir Ayna, bir Araç, bir Aracı, bir İnce Cam olarak kullanmak istiyoruz, böylece şu ya da bu ölü Ruh ile temasın heyecanını bir kez daha yaşayabiliriz. Eleştirmenimiz huyunu-suyunu, kendi hususi edinme eğilimi açısını ve kendi kişisel tepki kapasitesini korumalıdır. Ama ihtiyacımız olan, solgunluk değil, onun bizzat doğal cüreti, onun can sıkıcı elden düşme tepkisi, biçimlendirilmiş fikirleridir. Diğer insanlardan psikolojik, duygusal, içsel, patolojik olarak farklı biçimde doğal bir insan olarak Eleştirmenimiz, neden kendisinin henüz sersem, küçük, hatibe benzer bir öğretmenken büyük sanatçılardan önce birinin sonra başka birinin etkisi altına girmekle dünya-aynasında sadece bir lekeye karşılık gelen ilginç bir görüntü olduğunu görememektedir!
Bu nedenle de ben, “moi qui vous parle”, kendi mütevazı ve kibirsiz rolümde ısrarcıyım. Eğer ben, örneğin, Rabelais’ye karşılığım dahilinde, kendimi onun “aşk” ve diğer şeyler üzerine muazzam kahkahasına yanıt verirken buluyorsam ve Thomas Hardy’ye karşılığında sanki “aşk” ve geri kalanı Evren’deki yegane önemli meselelermiş gibi hissediyorsam; bu psikolojik çeşitliliğin, çıkarın kendisinin hevesli bir insani fenomen oluşu, ilerledikleri ve uzaklaştıkları sürece bu iki sanatçının her birinin kendi yolunda mutlak olan “görüşlerine” ulaşmayı mümkün kılmaktadır.
Eğer ben bunlardan birini diğerine “uydurmak” amacıyla kendi etik kuramımın belirli bir katılığıyla sulandırmayı, budamayı ve “düzeltmeyi” denemişsem, okuyucunun çıkarı nerede kalır? İlaveten, ben kimim ki Rabelais’i “geliştireyim”?
İyi eleştirmen sayısının çok az olmasının nedeni, çoğumuzun “değişken bir tepki” açısından kapasitemiz dâhilinde oldukça sınırlı olmamızdır. Ancak hemen hepimiz, bence, düşündüğümüzden daha çok-ruhluyuz. Bizi bu kadar cansız kılan da işte bizim bu tutarlılığa dönük aptalca gururumuz ve “yapıcı” olmaya dönük saçma ihtirasımızdır. Bir eleştirmen dünyaya “çoğulcu” bir açıdan yaklaşmak zorunda değildir, bunun yerine kendi tabiatında böylesi bir “çoğulculuğa” dair bir şeyler taşımalıdır, aksi takdirde yanıt verebileceği yazarlar bir elin parmaklarını geçmez!
Bunu apaçık anlaşılır hale getirelim. Büyük bir dehaya yarım yamalak bir yanıt vermek mümkün değildir. Bu bir ya hep ya hiç meselesidir. Eğer birbirinden oldukça farklı ustalara karşı duracak ve yapıcı tutarlılığınıza onu gözetme izni verecek cesaretten ya da değişkenlikten yoksunsanız, muhtemelen takdire şayan bir ahlakçı haline gelebilir; asla kimsenin göremediğini gören bir eleştirmen olamayabilirsiniz. Bütün bunlar kabul edildiğinde dahi, kişinin sevdiği büyük yazarları modern eserler arasındaki ayrımı belirginleştiren mutlak evrensel estetik testlerle sorguya çekme hakkı halen durmaktadır.
Ancak böylesi testler dahi kişisel ve görecelidir. Birinin okuyucularının üzerine herhangi bir “salahiyetle” uygulanmamaktadır Böylesi bir test, “mizaç” –Arnold’un söylediği üzere, ırkımızın damarında akan kendine özgü bayağılığına karşı olan bir mizaç!– olarak adlandırılan şeyin testi olacaktır. Yaklaştığım her yazarı zorlama vasıtasıyla “mizaç”a olan bağlılığımı akademik bir “darboğaza” sokmakla suçlanacağımı düşünmüyorum. Bazı genellikle hoş ve karşı konulmaz sanatçılar buna asla yaklaşmazlar.
Ve nihayet – O da nesi! Ve bizler ne tür bir teselliyle, “sefahatler” ve “aşırı övgülerin” ardından, bundan yoksun olanların galeyanları ve kötüye kullanmaları durumuna geldik!
İtiraf edilmeli ki bu, uzun vadede “başvurulacak” şeydir, yegâne şeydir. Bunun yokluğu nedeniyle pek az modern yazar “iki kere” okunabilmektedir. Bunlar esnekliğe, özgünlüğe, beceriye, basirete sahiptir ancak saygınlıktan yoksundur, hem de ciddi biçimde yoksundur.
Peki, bu “Mizaç”ı meydana getiren bileşenler, nitelikler nelerdir?
Meseleyi öncelikle olumsuz yönden ele almama izin verin. Gerçekte geçici olan bir şeylere sahip olmaları nedeniyle, mizaç dâhilinde ele alınamayacak belirli şeyler mevcuttur.
Örneğin Seks sorunu hakkındaki modern tartışmalarımız böyledir. Feminist ya da feminizm-karşıtı olabiliriz –hangisini isterseniz– ve bu karmaşık ilişkilere ilginç bir biçimde ışık tutabiliyor olabiliriz ancak bunları hem nesir hem de şiir dâhilinde, mizacımıza dâhil biçimde yazamayız çünkü bütün tartışma geçicidir, çünkü bütün ağırlığıyla birlikte bu konu eninde sonunda önemli olan konulara göre yersizdir!
Bir başka örneği ele alırsak, bunlar, etik ya da değil, bizim Hıristiyan Öğretimizin yorumuna dair süslü tartışmalarımızdır. Bu özel alan dâhilinde oldukça eğlenceli, ahlaklı, tatlı dilli, zarif olabiliriz ancak bunu “mizaç” içinde değerlendiremeyiz çünkü gerçekten dikkate alınan sürekli meseleler böylesi bir tartışmadan yalan söyleyerek sıvışmakta ve ondan etkilenmeden kalmaktadırlar.
Söylediklerimi daha açık hale getirmeme izin verin. Hector ve Andromache birbirleriyle aşkları, ebedi ayrılıkları, çocukları üzerine konuşabilirler ve bunu Mizaç dâhilinde yapabilirler; ama yaşadıkları çağdaki özel seks âdetleri üzerine bir tartışmaya giriştiklerinde, muhtemelen halen çekici olacaklardır ancak sözcüklerini “mizaç” içinden dillendirmiyor olacaklardır.
Matthew Arnold, “Elohim” sözcüğünün gerçek çağdaş yorumunu ele almaktadır ve onu neden “Ebedi” ya da “Parlayan” olarak çevirdiğine ilişkin gerekçelerini oldukça zekice ve muzip biçimde ortaya koymaktadır; ancak anında dâhil olduğumuz farklı bir ortamda, böylesi bir tartışmanın ortasında, Psalmist’in güncel sözleri aklımıza gelmektedir: “Ruhum Tanrı’ya –evet! Hatta yaşayan bir Tanrı’ya– susamış! Tanrı’nın huzurundan önce ne zaman belireceğim?”
Test her zaman Süreklilik ve kadim insan topluluklarının testidir. Esasında mizacın ne olduğunu belirleyen, insan topluluklarından başka bir şey değildir. İnsani zevkler, insani ıstıraplar ve hayatlarımızın büyük tekrarlanan dramatik uğraklarıyla yüzyıllar boyunca bir arada giden şeyler ve sadece bu tür şeyler bu tarz içinde ifade edilmiş olabilir. Bu mizaç, büyük insanlık ailesinin sayısız biriminin hepsinin katkısının olduğu bir çeşit organik ve kendi kendine evirilen bir sanat eseridir. Tam da bu nedenle, mizaç dâhilinde yazılanların çok geniş bir kısmı –aynen Homeros ve birçok İncil ve eski şarkılar türküler gibi– anonimdir. Yine bu nedenle Walter Pater, Din dâhilinde önemli olan şeyin Tören, Dua, Ritüel, Ayin İlahileri olduğunu ve İman İkrarı ya da Emirlerin ya da bunlar üzerine yapılan tartışmaların önemli olmadığını söylerken haklıdır. İman İkrarı değişir, Ahlak değişir, Mistisizm değişir, Felsefe değişir, ancak jestler, ritüeller ve kalbin doğal yakarışındaki Tanrımızın Sözü/İnsanlığın Sözü baki kalmaktadır!
Bize toplumsal görevlerimizi anlatan etik bir hitabetin verimli tartışmaları neden belirli bir yönde ilerler ve asla daha öteye gitmez? Hâlbuki bizler dünya kadar eski ve herhangi bir başka ilahiden de –”Santa Maria, Mater Dei, ora pro nobis peccatoribus, nunc et in hora mortis nostrae”– kesinlikle daha eski olan Vox Humana’yı duymayı isteriz ve bizler vurgun yemiş, silahsız, iliğimize kadar delik deşik olmuş, aşkımız içimize işlemiş ve “Tutto tremente” tarafından vurulmuş haldeyizdir. Çünkü bizim insan yüreğimizin duyumsanmayan Evrene karşı tutkusu, vicdan azabı ve umutsuzluğu tarafından yöneltilen “bizi ebedi ölümden koru!” yakarışı insanın nefes alışı kadar muazzam bir biçim kazandığında, iddialar ve muhakeme; çünkü ahlak ve mantık artık “Mizacın” doğası değildir.
Neden dünyadaki büyük dini kitaplar, İbranice, Latince ya da İngilizce olsun, insanlığın yüreğine dokunan ve onu eriten ve teselli eden “Davut’un İlahisi”ne sahiptir? Bunlar felsefi değildir. Bunlar mantıklı değildir. Bunlar tartışmacı değildir. Bunlar ahlaki değildir. Ve nihayet bunlar kalbimizi güzellikleri ve yalvarışlarıyla kırarlar!
Bu durum mutlak bilinen “sözcükler” açısından da geçerlidir… Örneğin, “Zeplin” veya “Denizaltı” ya da “Taramalı Tüfek” ya da “Havan Topu” kelimeleri sadece “mizacın” Şeytana uymasına yol açan Serbest Vezin tarafından ortaya konabilirken “Kılıç” kelimesinin neden her daim şairane olduğu ve “Mizaca” dâhil olduğu anlaşılmakta mıdır? “Saban” kelimesi gibi “Kılıç” kelimesi de sayısız yüzyılın insan birlikteliklerinin etrafında oluşmuştur ve onun üzerine bütün bunların baskısı ve zorlaması hakkında bir şeyler hissetmeksizin bir şey söylemek imkânsızdır. “Mizacın” mutlak varlığı “ilerleme” ve “evrimin” herhangi bir hatalı görüşüne karşı bir protestodur. İnsan, insan olarak kaldıkça, bahtını bin türlü yönde hafifletebilir, birbiri ardına Ütopyalar inşa edebilir; ancak Mizaç halen kalacaktır; onun hayatının bu ”değişemeyen” hâllerinin nihai ifadesi olarak kalacaktır.
Eğer bu denemelerde herhangi bir birlik varsa, bu, sıradan doğamızın sınırlılıklarına rağmen “Mizacın” ışığında yaşamanın nereye kadar mümkün olabileceğini göstermeye dönük bulanık ve kekeme bir girişim dâhilinde bulunabilir. Bizlerin –bu büyük adamların uzaktaki müritlerinin– onların düşündüğü ya da hissettiği gibi yaşayabileceğimizi kastetmiyorum. Kastettiğim şey, onların kullandıkları “Mizacın” davet ettiği ve savunduğu şeylere dönük atmosfer, tabiat, ruh hali ve tutumu deneyimleyebileceğimizdir.
Bunu açığa kavuşturmak niyetindeyim. Aramızda dolaşarak bizleri, çatışmalarımıza, anlaşmazlıklarımıza, tartışmalarımıza, “büyük sorunlarımıza” soğuk durmaları nedeniyle rahatsız eden bir yöne sahip birtakım yalnız ruhlar mevcuttur. Bizler bunları Epikürcüler, Paganlar, Egoistler, Hazcılar ve Virtüözler olarak adlandırıyoruz. Ve bu sözlerden hemen hiç biri onlara tam anlamıyla uymuyor. Onların esas yaptıkları, “Mizacın” atmosferi ve tabiatı dâhilinde yaşamak – ve tam da bu yüzden çok rahatsız edici ve tahrik ediciler! Onlara göre dünyadaki en önemli şey, bir İnsan olarak doğmak anlamına gelen kendi bilinçlerinin azami sınırına dek kendilerini gerçekleştirmektir. Ölümlü varlığımızın hakiki dramı, en basit kavramlarla ifade edersek, onların bilincini ve bizim tutkumuzu meşgul etmeye yetmektedir. Şu dünyada –insan yaşamının “zorunlu şeyleri”nin dünyasında– her şey onlara dinsel bir ayin gibi gelmektedir. Bir sembol gibi değil –not edelim ki– bir Ayin gibi! Yedikleri yemek; içtikleri şarap; uyanmaları ve uyumaları; bağlılıklarının kararsızlıkları ve isteksizlikleri; kaçışlarının ve sığınaklarının saman alevi öfkesi; uzun sadakatleri; vahşi geri dönüşleri; ani “çıkışları”; nefretleri, aşkları ve duygulanımları; bu hepimizde olan bitmek bilmeyen ruh hallerinin basitlikleri –her birini ayinsel etkinliğin konuları haline getirmektedir.
Her günü, eğer doğarsa, “son gün” gibi kabul etmek ve güneşinin doğuşuna, öğle vaktine ve güneşinin batışına bir anlam vermek, ebedi tanrılara ritmik bir samimilik sunmak – işte “Mizaç” ruhunda yaşamak budur. Bu durumun “doğru” ya da “yanlış” la işi yoktur. Bunu belki azizler tecrübe edebilir ve bazen ederler de. Günahkârlar bunu sıklıkla tecrübe ederler. Bütün mesele sürekli ve insani olan bu ruh halleri ve olayların bilincinin, geçici ve önemsiz olan diğer ruh halleri ve olaylarla karşılaştırıldığında parlak biçimde geliştirmesinden ibarettir.
Bir erkek ya da kadın arzuyu, şehveti, nefreti, kıskançlığı, bağlılığı, hayranlığı, tutkuyu tecrübe ettiğinde, artık “Mizaç” dâhilinde konuşabilen –tabi eğer konuşacaklarsa– ebedi güçlerin kurbanıdır. Bir erkek ya da kadın “tartıştığında” ya da “açıkladığında” ya da “ahlaka dair fikir beyan ettiğinde” ya da “öğüt verdiğinde”, artık yararsızlık ve kibirliliğe dönüşten kaynaklanan tesadüfî kum-fırtınalarının kurbanıdır. Retoriğin Retorik olarak asla Mizaç dâhilinde olamamasının sebebi de budur. “Danimarka’daki çürüyen bir şeyler” e karşı kahramanca meydan okumalarını sözcüklerle ifade edecek dehaya sahip büyük devrimci Anarşistlerin, bizi, eşit biçimde takdire şayan ve muhtemelen daha pratik olan Bilimsel Sosyalistlerin iddialarından daha fazla harekete geçirmesi ve daha muazzam bir sonucu varsayması da bu yüzdendir. İstediğimiz şey, hırçın insani doğamız dâhilinde neyin basit ve ilksel ve ölümsüz olduğuna ilişkin ebedi yakarışın ta kendisidir!
Mizaç bildirir ve yönetir. Ağlar, sızlar ve yalvarır. Kehanetler anlatır ve meleklerle pençeleşir. Asla özür dilemez; asla bahane bulmaz ve asla açıklama yapmaz. Büyük ustaların tarif edilemez muhteşem pasajlarının bizleri ümüğümüzden yakalaması ve şaşırtması da bu yüzdendir. Onlarda derinlik daha derinlere çağırır ve yüreğimiz bunu dinler ve sessiz kalır. İnsanlık uğruna iyi bilimsel düşünüm gerçekleştirmek hak edilmiş ödülünü alır ancak tanrılar bizleri farklı bir kıvamda tütsüler. Uzaklıkları ve küçümsemeleriyle onlara dayanan “hayırlı meseleler”, onların hızlı gazabı, hızlı intikamı ve hızlı sevgisinin muhalif bir layığının “hayırlı meseleleri” dir.
Dünyanın nihai dramı, bitmeyen dramı Zeus’un çocukları ile Prometheus’un çocukları; Yehovalı kalabalıklar ile Sabah’ın Çocukları arasında yatmaktadır. Tanrı ve Şeytan sahneyi halen bölüşmektedir ve Homer, Shakespeare, Dante, Milton ve Goethe’de mizaç, asla bu ebedi Muhalifleri karşı karşıya ve onları kılıçlarını şakırdatmaya mecbur eden mizaçtan fazlası değildir. Eğer gerçekte bunlar Empyrean veya Tartarus olmak yerine insanın yüreğinde kendi krallıklarına sahip olsalardı, ne fark ederdi? İnsanın yüreği, kendi değiştirilemez karakteri dâhilinde, yegâne dramatik, yegâne güzel, yegâne klasik şeylerin doğduğu ve bestelendiği dünyanın gerçek Kolezyumu olarak kalmak zorundadır.
Güzellik! Bizim, en kaba olanlarımız da dâhil hepimizin yüreklerindeki yüreğin istemekte olduğu şeydir. Şehvet onu ister; Aşk onu yaratır; Kadrin mucizesi onu bulur – daha azı değil, ne gerçek ne de bilgelik, ne ahlak ne de bilinç ve ne ilerleme ne de tepki, hissettiğimiz susuzluğu tatmin edebilir.
Evet, şiddetle arzuladığımız şey Güzellik’tir ve nihayet hayatın ezgisi ve ağırlığı içinde, bu bize ne kadar da sıklıkla bu garip imkânsız Varlık sayesindeymiş gibi, bu nedenle de bize ihtiyacımız olan yardımı sunmak için Resim’deki o figüre benzer biçimde, bizi taşıyan kaderin “sularının dışına” yükseliyormuş gibi çok çok uzak, çok çok yüksek ve ayın bile üstünde görünür.
Heine bir yerlerde bize, sokak kavgasının kabadayı kükremelerinden Louvre’un sakin havalı galerilerine, hasta ve tükenmiş bir akıl ve bedenle, sessiz şahitler koridorunun sonunda ayakta duran –tabi halen duruyorsa– Güzellik Tanrıçasının ayakları dibine nasıl yığıldığını ve ona yardım dilemek üzere baktığında onun asla ona doğru çömelemeyeceğini ya da onu kaldırarak yorgunluğunu çekip alamayacağını bildiğini anlatır çünkü onu uzun zaman önce kırmışlardır ve onun “kolları yoktur”.
Eyvahlar olsun ki! Kaderin dişlilerinin baskısı altında onu –ölümsüz olanı– sadece selamlayabileceğimiz anların var olduğu yeterince doğrudur. Ama eğer –kısa da olsa uzun da olsa– beklemeye cesaretimiz, inadımız, tahammülümüz varsa, o tekrar yanımızda olacaktır; dünyayı dönüştüren o eski sihirli sözcük bir bahar havası gibi bizleri heyecanlandıracaktır!
Neden kendimize yalan söylemeye çalışalım ki? Her zaman alnımızda esen bu özgürleştirici havayla birlikte yaşayamayız. Bizden önceki babalarımız ve bizden sonraki çocuklarımız gibi aydınlık olmayan saatlerin sorumluluğunu taşımak zorundayız. Ruhlarımızı “eski usullerin” heyecanlandırıcı tecellisine yol açan dokunuşun, kısa bir bakışın, sözcüğün, jestin bizlere belirlenmiş saatinde geri dönmesine yeterince hazırlayabilirsek, mirasımıza layık olmayan kişiler olarak da görülmeyeceğiz.
çevirgen: soner torlak