ursula le guin’in eserleri nereden besleniyordu? // philip w. scher
ursula le guin’i bundan dört yıl önce, 22 ocak 2018’de bu dünyadan uğurladık. le guin üzerine ne yazılsa az. bu dünyadan ışınlanmasından bugüne kadar le guin’in feminizmden bilimkurguya kadar çok sayıda alanda yaptığı katkılardan ve insan toplumu ve devletlere dönük eleştirel ve güçlü ilgisinden pek çok yerde bahsedildi. biz başka bir şeylerden bahsedelim: ursula le guin’in eserleri nereden besleniyordu?
Ursula K. Le Guin bir 22 Ocak günü Portland, Oregon’da bu dünyadan göçtü gitti. Göçmesinden bugüne kadar Le Guin’in feminizmden bilimkurguya kadar çok sayıda alanda yaptığı katkılardan ve insan toplumu ve devletlere dönük eleştirel ve güçlü ilgisinden pek çok yerde bahsedildi.
Fakat bir kültürel antropolog olarak ben, Le Guin ile babası tanınmış antropolog Alfred Louis Kroeber arasındaki ilişkiyi her zaman merak etmişimdir.
Kroeber’in –kızı Ursula’nın yazdıkları üzerinde kayda değer bir etkide bulunmuş olan– düşünceleri, insan kültürünü doğuştan insanda yerleşik bir şey olarak değil üzerine düşünülmesi ve öğrenilmesi gereken bir şey olarak gören yaklaşımıyla antropoloji disiplininde yaşanan önemli bir gelişmeden kaynaklanır.
Kültür genetik bir şey değildir
Kroeber’in hocası Columbia Üniversitesi’nden antropolog Franz Boas’tı. Kroeber’in yaklaşımı da özellikle Boas’ın o dönemde yeni geliştirdiği kültür kavramsallaştırmasına ve daha geniş anlamda da “kültürel görecelilik” adı verilen teoriye dayanıyordu.
Kültürel görecelilik, kültürü evrim ile ilişkilendiren “sosyal Darwincilik” gibi teorilere bir alternatif olarak 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıktı. Zamanında yaygın kabul görmekte olan söz konusu teoriler insan toplumlarını bir evrimsel ölçeğe göre sıralama eğilimindeydiler. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu ölçeklendirmede Batı Avrupalı uygarlıklar kültürün zirve noktasına denk geliyorlardı.
Fakat Boas tamamen bambaşka bir şey önerecekti. Boas, yaptığı alan çalışmalarına dayanarak, insanların kurumları, estetiği, düşünceleri ve neyin doğru neyin yanlış kabul edileceğini yaratan dil yoluyla şekillenen inanılmaz çeşitlilik içeren kültür dünyalarında yaşadığında ısrar ediyordu. Yine Boas, her bir toplumun kendi kültürünü öğretme ve öğrenme yoluyla yeniden üretmesi gerektiğini ileri sürüyordu.
Ursula Le Guin’in babası Kroeber de kültürü “süper-organik” olarak tanımlıyordu. BU düşünceye göre, herhangi bir insan grubunun “uygarlığa dönük başarıları” biyolojik olarak aktarılmıyordu ve sadece öğretilme yoluyla sürdürülebiliyordu. İnsanların icat ettiği yönlendirme araçlarına –kitaplara, rehberlere, öğretmenlere– hiçbir erişimimiz olmasaydı, ev inşa etmeyi, şiir yazmayı ve müzik bestelemeyi bilmemiz mümkün değildi. Kroeber’e göre, insanlarda yaratma güdüsü kalıtımsal bir şeydi, fakat insanların sezgisel olarak belirli şeyleri yeniden yaratmayı bilmesine olanak tanıyan bir “kalıtımsal hafıza”dan bahsedilemezdi.
Kroeber bu duruma örnek olması açısından Fransa’da doğduktan hemen sonra Çin’e götürülen bir bebeğe dair kurgusal bir hikaye anlatıyordu. Bu bebek, onun iddiasına göre, büyüdüğünde mükemmel derecede Çince konuşacak ve tek bir kelime Fransızca bilmeyecekti. Kroeber’in işaret ettiği şey –bugün bizler bunun zaten böyle olduğunu düşünüyoruz fakat o dönemde böyle düşünülmüyordu– Fransız anne babadan doğmuş olan bir bebeğe genetik olarak “Fransızlığı” aktaran bir kalıtımsal niteliğin olmadığıydı.
Kültürün “süper-organik” bir şey olduğu düşüncesi ise, insanların tıpkı karıncalar ve köpekler gibi organik yaşam formları olduğunu fakat kültürün, onların davranışlarını etkileyen bir biçimde onlara “eklendiğini” ileri sürüyordu. Karıncalar ve köpekler kendi davranışlarını yeniden üretmek için kültüre ihtiyaç duymuyordu: Kendi türlerinin diğer topluluklarından tecrit halinde yaşayan bu hayvan grupları programlandıkları şeyleri yapmaya devam ediyorlardı.
Statükoyu başaşağı çevirmek
Kroeber, pek çok antropolog meslektaşı ile birlikte, bu düşünceleri daha derinlemesine işlemeye başladılar, çünkü kültürü evrensel olarak insani bir şey olarak görüyorlar fakat ırksal olarak önceden belirlenmiş ya da özü itibariyle daha az ya da daha fazla gelişen şekilde evrensel olarak kademelendirilebilecek bir şey olarak değerlendirmiyorlardı.
Örneğin, 19. Yüzyılın sonlarında yayılmacılık yanlılarının kendi emperyalist arzularını Yerli Amerikalıların aslında kültürel olarak aşağı düzeyde olduğuna dair “bilimsel” kanıtlarla meşrulaştırmaları oldukça yaygın görülen bir yaklaşımdı. Bu kişilerin işaret ettikleri yer ise dildi: Onlara göre, Yerli Amerikalıların dillerinde zamanın geçişine dair sözcükler bulunmuyordu. Bu nedenle de tarih gibi karmaşık kavramları kavrayamıyorlardı.
Fakat Kroeber ve meslektaşları, örneğin Hopi halkının zamanı hesaplamak için karmaşık bir yol izlediğine işaret edeceklerdi. Hopiler günler ya da saatleri hesaplarken insanlar, kayalar ya da bulutlar gibi fiilen görebildiğiniz nesneleri sayarken kullandıkları terminolojiyi kullanmıyorlardı sadece. Bir Hopi açısından, bir gün ile bir kaya aynı şekilde sayılamazdı. Bu anlamda zamana nesnelere yaklaştıkları gibi yaklaşmıyorlardı.
Kroeber’in çağdaşları arasında Afrikalı-Amerikalı antropolog ve halkbilimci Zora Neale Hurston, Yahudi dilbilimci ve antropolog Edward Sapir ve Ruth Benedict ve Margaret Mead gibi kadın araştırmacılar da vardı. Bu antropologların hepsi de kendi alanlarında çok güçlü olan ayrımcılık ve kültürel aşağılamalar ile baş etmeye çalışıyorlardı.
O dönemde hakim olan yaklaşıma karşı, Kroeber biraz da mecburen tarih, coğrafya ve çevrenin kültürel farklılıkları etkilediğini yazıyordu. Özetle, hiçbir kültür doğal bir yoldan ortaya çıkmıyordu.
“Toplumsal faillikler hepimiz üzerinde muazzam şekilde etkililer,” diyordu Kroeber, “öyle ki, ayırt edici ırksal nitelikler doğuştan geliyor olsalar bile ne dereceye kadar doğuştan geldiklerini makul bir şekilde ortaya koymaya çalışmak bile fazlasıyla zordur.”
Kroeber’e göre, insan toplulukları arasındaki doğuştan gelen farklılıklar üzerinde ısrarcı olmanın tek nedeni statükoyu korumaktı: yani, ırksal ayrımcılık ve sömürgecilik üzerine kurulmuş toplumları korumak.
Ve Ursula: “Peki yazdıklarım okurları düşündürüyor mu?”
Ursula Le Guin, Berkeley, Kaliforniya’da geçen çocukluğu boyunca işte bu düşünceleri duyacaktır. Bu düşünceler onun eserlerinde kapsamlı ve yaratıcı şekilde ortaya koyduğu dünya görüşünün temelini oluşturmuş gibi görünüyor.
Le Guin’in yazdıkları asla sadece bir büyülü ya da tuhaf dünya yaratmaktan ibaret olmadı. Onun metinleri, ırk, etnisite, toplumsal cinsiyet, cinsellik ya da sınıf gibi kimlikler ile oyun oynadığı bir laboratuvarda okurlarını kültürel önyargıların diğer insan topluluklarına dönük görüşlerini nasıl lekelediğine dair düşünmeye sevk edecek bir şekilde işliyordu.
“Okurları eğlendirmek iyi güzel,” diyordu New York Times’tan John Wray’in kendisi iel yaptığı söyleşide, “peki yazdıklarım onları düşündürüyor mu?”
Ursula Le Guin söz konusu olduğunda, onun hayali evrenlerinin insani olan hiçbir şeyin aslında evrensel olmadığı ve “yabancı” denen kavramın bir bakış açısından ibaret olduğuna dönük vurgusu beni son derece etkiledi, etkilemeye de devam ediyor.
Le Guin “Karanlığın Sol Eli”nde toplumsal cinsiyet normlarına kafa tutuyordu. Bu metinde onun Margaret Mead’in çığır açan çalışması “Üç İlkel Toplulukta Cinsiyet ve Mizaç”tan yola çıktığını düşünüyorum; Mead bu çalışmasında toplumsal cinsiyet normlarının kültürlere göre kayda değer ölçüde değişiklikler gösterdiğini ortaya koyabilmişti.
Le Guin “Dünyaya Orman Denir”de ise sadece bir ormanın ve o ormanda yaşayanların yok edilişine dair bir çevreci masal anlatmıyordu. Bu kitabın temelinde, yerli halkların seslerini ve dünya görüşlerini yerli hakları hareketinin merkezi koyan Vine Deloria Jr. Gibi yerli araştırmacıların düşünceleri yatıyordu. Dünyaca en çok bilinen ve okunan anlatısı “Mülksüzler”de ise, Le Guin iki komşu dünyadaki farklı siyasi sistemleri, bir tanesinin en iyisi olduğunu ileri sürmek için değil, bu sistemlerin varolabilmeleri için insanların onlara aktif biçimde katılması ve yeniden üretmesi gerektiğini göstermek adına karşılaştırıyordu.
2015 yılında bir antropoloji dersi planlamıştım; bu derste kültürel antropolojinin temel kavramlarını kavratabilmenin bir yolu olarak spekülatif kurgu ve fanteziyi kullanabileceğimi düşünüyordu. Dersi tamamen Kroeber ve Ursula Le Guin üzerine kurgulamıştım.
Ortak bir tanıdığımız bu ders için hazırladığım programı Le Guin’e ulaştırdı ve o da bana yazdı. Le Guin bana dersin içerdiği kavramları iyi anlatacağına inandığı başka eserler de önerdi.
“Babam yattığı yerde heyecanlanacak gibi,” diye yazıyordu bana, “o ve ben nihayet aynı yere [ders programı] varmış olduk”.
kaynak: theconversation.com / çevirgen: soner torlak
#ursulaleguin #mülksüzler #thedispossessed #karanlığınsoleli #thelefthandofdarkness #dünyayaormandenir #thewordforworldisforest #alfredlouiskroeber #antropoloji #anthropology #kültürelantropoloji #culturalanthropology #franzboas #margaretmead #zoranealehurston #edwardsapir #ruthbenedict #superorganic #culture #kültür