ciddiyet a.ş. – çentik #3 // süreyya özgör
bir storyteller olarak anneannem… sporcu kimliğimle onlaynım… salim dayımla bir saat bir ömür… babam bir süperkahramanmış…
İnsanlığın tarih boyunca ortaya koyduğu en büyük kültürel icadı nedir derseniz, öğle uykusudur derim. Hele ki benim de içinde bulunduğum, yani bebekliği sona eren fakat henüz tam çocuk da olmayan ve uzmanların “post-newborn-ammavelakin-pre-infant” olarak adlandırdığı toplumsal kesim açısından öğle uykusu bir hayat memat meselesidir.
Yarısı kendi evimizde yarısı anneannemlerde geçen yeni hayatım oldukça hareketliydi. Sabahtan akşama kadar anneannem ve dedem (ve maalesef zaman zaman Salim dayım) tarafından canım sıkılmasın da olay çıkarmayayım diye sürekli atraksiyonlara sokuluyordum. Akşam olup da eve gittiğimde ise, benimle bütün gün ilgilenmemiş oldukları için bir tür vicdan azabı çeken ebeveynlerimin muazzam ilgisine mazhar oluyordum. Keyfim gıcırdı. On numara beş yıldız yaşıyordum. Ufacık tefecik içi dolu turşucuk hayatımın rakipsiz en büyük keyfi olan öğle uykusu konusunda ise resmen bambaşka bir seviyeye ulaşmıştım. Bunun sebebi anneannemin inanılmaz ötesi aşırı masal anlatma yeteneğiydi tabii ki. Anneannemlere göçmeden önce öğle uykularıma eşlik eden masallar haftaiçi annem haftasonu babam tarafından icra ediliyordu. Annem daha çok mesaj kaygısı içeren didaktik hikayeleri tercih ediyordu. Annemin masallarında tırtıllar, tavşanlar, köstebekler ve çeşitli hayvancıklar ibret verici olaylar yaşıyorlar ve sonunda bana bir hayat dersi veriyorlardı; genel olarak sıkıcı sayılabilecek hikayelerdi ama annemi seviyordum, kalbini kırmamak için durumu idare ediyordum. Babam ise (her zamanki gibi) olayı tamamen yanlış anlamıştı ve manyak heyecanlı ekşın masalları anlatarak beni uyutmaya çalışıyordu. Babamın bazı masallarında o kadar heyecanlanıyordum ki, geçtim uykuya dalmayı falan, “kaç çabuk tavşancık, timsah geliyooo!” diye haykırıyor, panik halinde ter atıyordum. Babam ile haftasonları öğle uykusu niyetiyle başlayan masal seansımız genellikle babamın “Yav Gülseren bizim haytanın uyuyası yok yine yav” şeklinde pes etmesiyle sonuçlanıyordu.
Fakat anneannem bambaşkaydı. Dört çocuk büyütmüş bu dev kadın efsane bir storyteller’dan çok daha fazlası, adeta bir masal operatörü, bir teatrallik kompetanıydı. Sert ve esrarengiz tonda başlayan masalların kahramanlarının yolları masalın ortasına doğru kesişiyor, masalın farklı yerlerinde farklı karakterler farklı özellikleriyle ön plana çıkıyor ve sona doğru bütün düğümler tek tek çözülerek sizi uykunun kollarına hamura dönmüş bir halde bırakıveriyordu. Mesela bir masalda, hikaye inatçı bir horozun yapıp ettikleriyle hızlı bir başlangıç yapıyor, fakat masalın neredeyse sonunda ortaya çıkan eşek bütün bir masalı geriye doğru yeniden yazıyordu. Hatta bir tanesinde tavşancık ile köstebekcik aynı kişi çıkıyor (ben şok tabii!) ve aslında tarihin ilk kişilik-bölünmeli masalı yazılmış oluyordu. Anneannemin masalları ne anneminkiler gibi “demek ki neymiiişşş, herkesin kendine göre farklı bir yeteneği varmııışşşş” tarzı mesajlarla sona bağlanıyor, ne de babamınkiler gibi beni aksiyondan kan ter içinde bırakıyordu. Gerilim, dram, aksiyon ve komedinin son derece profesyonelce harmanlandığı bu masallarla uyku ve yaşam kalitem oldukça artmıştı.
Öğle uykumun kalitesindeki bu artış sporcu kariyerim açısından da çok önemliydi, çünkü öğle uykusundan uyanıp bir şeyler yedikten sonra derhal Sensei Cengiz’in mekanına gidip gündelik karate-do dersimi alıyordum. Karate-do’nun felsefesini adeta özümsemiştim. Karatede kato denen hareket sistemleri vardı, bu hareketleri bir yandan Japonca birden ona kadar “iyç, ni, san, yon, go, roku, nana, hayç, kı, cı” diye sayarken yapıyorduk, sonra “kiyaaa!” diye bağırıyorduk, Sensei Cengiz “navati!” diyordu ve yerlerimize dönüyorduk. Bütün bu Japonca bağırış çağırış sonrasında beyaz karate elbisem ve beyaz kuşağımla mahallede bir yürüyüşüm vardı ki yaman allahım! Kurstan çıkıp dedemle eve gidene kadar yüzümdeki o savaşa hazır fakat barış isteyen etkileyici yüz ifademle sokaktaki akranlarımın aklını alıyordum. Mahallenin yeni sahibi bendim. Sporcu kimliğimle onlayndım. Ben Toranaga’nın torunu Araz San’dım!
Günler böyle geçip giderken, bir gün tuhaf bir kriz yaşandı. Kriz tabii ki yine bana geçici bir süre göz kulak olunması ile ilgiliydi. Annem ve babam, malum, sabahtan işe giderken beni anneannemlere bırakıyorlardı ve akşama kadar yoklardı. O gün dedemin bir tapu senet işi nedeniyle İzmir’e gitmesi gerekiyordu. Buraya kadar sıkıntı yoktu; anneannemle gizlice yatağın üzerinde zıplamak için yatak odasına girmem konusunda ufak bir çatışma, anneannemin örgü iplerini sarmasına yardım etme, zorla elma ve armut yedirilmem, aşırı süper masal ve öğle uykusu, bir şeyler yiyip karate kursuna gitme, karate kursundan alındıktan sonra anneannemle Cesur ve Güzel’i izleme, yine bu sefer gizlice salona girmeye çalışmam nedeniyle ciddi bir çatışma (daha önce de bahsettiğim üzere, o zamanlar lanet olası çocukların salonlara girip ayda bir kullanılan kristal bardak ve porselen tabak takımlarına o pis elleriyle dokunmalarına tabii ki izin verilmiyordu!), istiklal marşı ve kapanış şeklinde bir programa sahip bir gün yaşayacaktık. Fakat akşamüzeri gelen anneannemin ablasının (Neriman teyze) hastaneye kaldırıldığı haberi bütün bu planı alt üst edecekti. Anneannemin derhal hastaneye gitmesi gerekiyordu; dedem İzmir’e gitmişti; anne babamın işten gelip beni almasına bir saatten biraz fazla bir zaman vardı. Geriye annemler beni alana kadar bana göz kulak olmak için tek (ve oldukça riskli) bir seçenek kalıyordu: Salim dayım!
Salim dayım ile ben o güne kadar aynı sitkomda oynayan fakat birlikte çok az sahnesi olan aktörler gibiydik, hatta çoğu sahnede ben girince o çıkıyor, o çıkınca ben giriyordum. Fakat ilk defa aynı sahneyi, hem de bir saat süresince paylaşacaktık. Prodüksiyon açısından cesur bir tercihle karşı karşıyaydık! Tabii önce Salim dayımın “hangi cehennemdeyse” bulunması gerekiyordu! O zamanlarda dünya küçüktü ve Salim dayım ataricide başarılı bir operasyonla kıskıvrak ele geçirilerek eve getirildi. Anneannem Salim dayıma durumu hızla özet geçtikten sonra tam saymadım ama yetmiş civarı ayrı şey tembih ederek gitti. Salim dayımla baş başaydık, ortada bir southpark sessizliği vardı… Salim dayım ise sessizliği sevmezdi, hemen balkona çıkıp anneannemin hastaneye gitmek üzere bakkal Süleyman’ın arabasına bindiğini görür görmez “gel bakalım köfteci, antikalar’a gidiyoruz!” dedi. Kendisine boya kalemlerimi alıp almamam gerektiğini sordum, gerek yokmuş, böylece Salim dayımla geçireceğim bir ömürlük bir saat başlamış oldu.
Antikalar, bizim mahallenin göle bakan uç tarafında yer alan, nüfus olarak hayli kozmopolit ve bildiğim kadarıyla epey de kriminal bir yerleşim yeriydi; bizim mahallenin darkwebiydi diyebilirim. Halamgillere giren hırsız antikalar’da yakalanmıştı, antikalar’da var ya uyuşturucu satıyorlarmıştı, ismet abi yok muydu hani trenci, onu antikalar’da gasp etmişlerdi. Küçük beynimin tarama geçmişi sınırlı google’ında yaptığım hızlı aramada bu sonuçlar çıkıyordu, bu anlamda boya kalemlerim sanırım bana gerekmiyordu, evet. Böylece anneannemlerin evin sadece üç arka sokağında bulunan fakat birden bambaşka bir aleme ışınlanmış gibi hissettiğiniz antikalar’a geldik. Salim dayımla köşede tünemiş bir ergen grubunun yanına gittik ve Salim dayım “evet beyler, bu benim yeğenim, Araz, benim yeğenim sizin yeğeniniz, yanlış yapan olursa affetmem” diyerek ortama şekilli girişini yaptı, ben de durur muyum, “ben zaten karateciyim” dedim. Böylece Salim dayımla birlikte rol aldığımız ilk büyük sahne efsaneleşmiş oldu. Konuşmalardan Salim dayımın grubun alfası olduğunu hemen anladım, bu benim için de iyi bir şeydi tabii, demek ki mahalle bizimdi, toplumsal konumum giderek daha da güçleniyordu…
Antikalar’da geçirdiğimiz on beş dakikada farklı erkek gruplarıyla hızlı ve oldukça karmaşık sohbetler ettik. Bir sonra yanına gittiğimiz grupta Salim dayım bu sefer “Abilerim selamlar, bu benim yeğenim, bizimkilerin işi varmış yanıma taktılar bu veledi de işte yeaaa” şeklinde bir giriş yaptı, ben de dayımın repliğindeki tonu pek umursamadan “ben karateciyim”i yapıştırdım. Hemen ardından da “Bizi mi dövcen len!” ifadesi ve eki eki şeklinde gülüşmeler eşliğinde enseme sağlam bir şaplak yedim. Bu grup farklıydı; burada Salim dayım yancılık rolüne geçmişti, enseme şaplak atan Şener abi alfaydı. Bir sonraki grup ziyaretimiz Salim dayımdan bi’ tık ufak olanlardan oluşuyordu. Buradaki tanıtım faslı “Olum bakın bu benim yeğenim, çok pis karatecidir, artislik yaparsanız acımaz haberiniz olsun” şeklinde oldu. Karateci lafı Salim dayımın cümlesinde geçtiği için, tekrara düşmemek adına, bu sefer ben de “haberiniz olsun” dedim. Böylece bu sefer ben yancı olmuştum, Salim dayım alfa gibi bişeydi, bu çocuklar da işte ne bileyim beta, gama falandı. Güç ilişkileri benim kavrayamayacağım kadar hızlı değişiyordu, bu ortamlarda her şey anlıktı, bir laf, bir jest, bir mimik sizi grup içi hiyerarşide yukarıya taşıyabildiği gibi dibe de savurabiliyordu. Diğer yandan, Salim dayımın hepsiyle bir business’ı vardı, futbolcu kartlarından sigaraya saka kuşu ticaretinden halden ucuza sucuk alıp satmaya kadar muazzam bir ticaret dönüyordu. Kim kime ne satıyor, kimden kimden ne alıyor belli değildi. Köşebaşlarında bekleşen darkweb gruplarında kararlar ayaküstü ve aşırı hızlı şekilde, üç beş kelime konuşarak alınıyordu. Ticarete kafam henüz basmadığı için ben işin toplumsal güç ilişkileri yönüne odaklanıyordum. Mahallede kim güçlü ve kim zayıftı? Salim dayım yeterince güce sahip miydi? Salim dayımın bu lokal darkweb hiyerarşisindeki konumunu saptamaya çalışıyordum, kafamdan duman çıkıyordu…
Salim dayımın hızlı ve öfkeli yaşamında yeni durak atariciydi. Salim dayım bana “sen burda bekle, geliyom” diyip hızla atariciye girdi, bir çocuğu döverek dışarı attı ve geri geldi. Oradan bir binanın önüne gittik, aşağıya bir abi indi, Salim dayımla biraz konuştu, sonra Salim dayıma iki sağlam tokat atıp geri evine çıktı. Oradan hızlı hızlı yürüyüp nalbura gittik, Salim dayım beş metrelik misina ipi alıp çıktı. N’oluyordu ulan! Kafamda parçaları hızla birleştirdiğimde Salim dayımın birini boğma planı yaptığı açıktı ve “Dayı kimi boğcaz?” diyerek duruma derhal müdahale ettim. Salim dayım bir kahkaha patlatıp “ne boğması olum, kuşçu Ali’ye vericez şimdi bunu” dedi. Böylece teee yolun karşı tarafındaki haftasonları araba pazarının kurulduğu büyük arsaya gidip orada kuşçu Ali’yle buluştuk. Salim dayım belli ki kuş sektöründe de business yapıyordu; kuşçu Ali Salim dayıma “al bu senin hakkın” diyip para verdi. Salim dayım önce parayı az buldu, sonra üstelemedi. Geri dönerken bana “zengin olduk olum, kola aliyim mi lan sana?” dedi, “pepsili al” dedim. Dönüşte çişim geldi, Salim dayımla bir inşaata girip işedik, ben biraz üstüme damlattım ama olsun, o kadar da olurdu… Salim dayımla bakkala girip kola aldık, aradan ben bir fındıklı tombi de kaptım, ara sokağa girip konfeksiyonun önündeki yüksek taşa oturup kolalarımızı içip cipslerimizi yedik. Hemen ardından Salim dayım “annenler gelmeden eve gidelim, senin üstünü başını toparlayalım olum” dedi, böylece eve gittik. Salim dayım kendi hayatından gayet iyi bildiği en ufak bir iz bırakmama yöntemleriyle beni birkaç dakikada pofidik bir çocuğa dönüştürdü, atletimi değiştirdi, eski atleti imha etti, montumu ve ayakkabılarımı hiç dışarıyı görmemiş gibi parlattı, limon sıkıp saçlarıma şekil bile verdi. Salim dayımla bir ömür gibi geçen bir saat böylece tamamlandı. Bu bir saat sonunda o sürekli eleştirilen, beğenilmeyen Salim dayımın dünyasını biraz anlamıştım. Dayım başka bir çağda, başka bir cangılda yaşıyordu; bu dünyada hayatta kalmak adına elinde annem ve babam gibi bir mesleği ya da anneannem ve dedem gibi yaşanmışlıktan gelen bir ilişkiler ağı yoktu. Kendine bir hayat kurmaya çalışıyordu özetle. Rispekt…
Bu arada annem ve babam işlerine gidip geliyorlar, akşamları ve haftasonları benim tarafımdan haşat ediliyorlar, günlerini böylece geçiriyorlardı. Bu rutinliği kıran şey babamın meşhur olması olacaktı! Babam sabah bankadaki mesaisine gittiğinde, üzerinde dün gece beni zorla uyutup annemle oynaşmaya çalışmasının tatlı yorgunluğu ve o günün aysonu hesapları kapatma günü olmasının gerginliği vardı. Mesainin sonlarına doğru babam gişedeki masasından kalkıp lavaboya gidecekti. Babam lavabodayken bir silahlı vatandaş güvenlik görevlisini (Ramazan abiyi) paket edip bankayı soymaya girişecekti. Babam sesleri duyup arkadan asma kata çıkacak ve (buraya dikkat!) asma kattan soyguncunun üzerine atlayacaktı! Ohaydı! Babam soyguncunun üzerine düşünce soyguncunun silahı da patlayacak ve kurşun babamın bacağını sıyırıp duvara saplanacaktı! Yuhtu artık! Nihayet kahraman babam sayesinde soyguncu elleri kolları bağlı şekilde polise teslim edilecek ve süpersonik babam da hastaneye kaldırılacaktı…
Ben Toranaga, karate, Salim dayım diye kendimi kaptırmış giderken süperkahramanlık haberi hiç beklemediğim bir yerden gelmişti: Babamdan! Belli ki bazı süper güçleri olan babam yıllar önce vurduya kırdıya tövbe etmiş, evlenip çoluk çocuğa karışmış, bir bankada mütevazi bir gişe görevlisi olarak yaşamayı tercih etmişti. Fakat lanet olsundu işte, suçlular yeniden mahallede sorun yaratmaya başlamışlardı. Babam da artık dayanamayıp yeminini bozmuş, kravatını gevşetip yeniden süperkahramanlığa dönmüştü! Annem haberi alır almaz anneannemleri aramıştı, böylece dedem, anneannem ve ben apar topar hastaneye gitmek üzere evden çıktık. Hastaneye vardığımızda olağanüstü bir durum vardı, babamın bacağına pansuman yapılmış, odaya çıkarılmıştı. Babamın odası gazetecilerle dolup taşıyordu, hatta bir kamera bile gelmişti! Biz odaya girdiğimizde babam yüzünde son derece mağrur bir ifadeyle basına demeç vermekle meşguldü. Annem bizi görünce yanımıza geldi ve anneanneme “Yemin ediyorum mal bu adam anne, silahlı adamın üzerine uçmuş, sen kuş musun be adam, çoluklu çocuklu adamsın…” diye söylenmeye başladı. Babam uçabiliyor muydu? Benim babam? İşte bu kadarını beklemiyordum, birden coşup “babaaaaaaa” diyerek babamın üzerine koşup yatağa çıkıverdim. Artık basının odağında ben vardım. Sıfatlarım arasına bir de “kahraman bankacının oğlu” eklenmişti, babamla gurur duyuyor muydum, evet duyuyordum (çünkü uçabiliyordu!), ben de babam gibi korkusuz muydum, tabii ki de (çünkü ben karateciydim!), büyüyünce ne olacaktım peki… hmmm, hay allah, işte bunu tam olarak düşündüğüm söylenemezdi, böylece kem küm edince basın kuralları gereği derhal yayından alınıp annemin yanına postalandım. Gazeteciler ve bir kamera (oha kamera!) işini bitirip giderken babaannemler de gelmişti, böylece anneannemler, babaannemler, annem, ben ve bacağını kurşun sıyıran kahraman bankacı babam odada kalakaldık. Babaannem her zamanki netliğiyle “Oğlum, sen eksik akıllı mısın çocuğum? Sana ne zenginin parasından, evli barklı adamsın, şuncacık beben var, ölüp gitsen banka mı bakacak ailene, kafasız çocuğum benim” diyerek lafa direkt girdi. Dedem (babamın babası olan) hemen “Yahu dur bir kendine gelsin oğlan, hemen başlama…” diyerek arabulucu olurken, diğer dedem (Toranaga) “haydi biz aşağıya kafeteryaya inelim de kendi başlarına kalsınlar biraz…” diyerek odayı boşaltma atağı yapıverdi. Nihayet çekirdek aile olarak başbaşa kalıver..e..medik, bu sefer de şube müdürü (Necmettin amca) yanında bankanın üst düzey delegasyonuyla odaya dalıverdi. Babama tebrikler yağdı, babam bankanın tarihine altın harflerle geçmişti, 3 maaş ikramiye, bir ay devremülk tatili, fazladan erzak yardımı veriyorlardı, kendisini ne zaman hazır hissederse işe o zaman tekrar başlasındı, o bir kahramandı! Basıncılar geri çağrıldı, takım elbiseli banka adamları fotoğraflar ve demeçler verdiler ve nihayet babam meşhur bir kahraman olarak iyice tescillenmiş oldu.
Babamın kendini öldürme girişiminin bu türden ödüllerle sonuçlanması annemi biraz da olsa rahatlatmıştı. Özetleyecek olursak, babamın süperkahramanlığına dönük üç temel yaklaşım söz konusu olacaktı: Annem, anneannem ve babaannem (ve bütün kadınlar) babamın “mallık” yaptığı konusunda hemfikirdi; babam “erkekler neden az yaşar” belgeselinin tipik karakterlerinden biriydi, genç olsa bekar olsa neyseydi, hayret bi’ şeydi yani…. Dedemler (bütün kahvehane halkı) ise babamı içten içe kıskanarak onu övüyorlardı. Birden hepsinin geçmişinde bu türden anlık uçma olayları yaşandığı ortaya çıkmıştı. Anlatılanlar ışığında her erkek canlısının hayatında bir kere uçabildiği söylenebilirdi. Yine babaannemin de giriş sözleriyle dahil olduğu kadın-erkek karışık bir grup da babamın elin zengininin parasını koruyacağım diye uçmasına takmıştı; babam hobi olarak yine uçsundu, fakat allah aşkına sanki kendi parasını çalıyorlardı yani… Özetle bu grup meseleye daha sınıfsal bir yerden yaklaşıyordu. Fakat neresinden bakılırsa bakılsın, babamın uçabildiği bir olguydu ve beni ilgilendiren tek şey de buydu.
ciddiyet a.ş.’de haftaya… ilk tatilim, ilk boğulmam… gazoz kapağı ticaretinde nasıl battım… kurban bayramının schindler’i… pardon ama o benim pipim…