ciddiyet a.ş. – çentik #2 // süreyya özgör
anneannemlerdeki yeni hayat… salim dayım diye bir şey var… alafranga kırmızı çizgimdir… yoksa dedem japon mu… ilk küfür ve ilk aşk… uzakdoğu ile yakındoğu bedenimde füzyonlanıyor…
Kuşak çatışması son derece ciddi bir şey. Annemin bir süreliğine kendi kendini kızağa çekmiş lanet olası bir devlet görevlisi olduğunun ortaya çıkması ve bu görevini sürdürmeye karar verdiğini çekirdek ailenin geri kalan üyelerine (ben ve babam) deklare etmesi evde hızlı bir yeniden örgütlenme hamlesi başlatmıştı. Aslında bu hamlenin biricik unsuru bendim tabii ki; annem ve babam işteyken birilerinin benim barınma, beslenme, oyun oynama, şımarma gibi ihtiyaçlarımı karşılaması gerekiyordu. Çekirdek ailemiz burada bir yol ayrımına gelmişti: yenilikçi kanattaki annem benim kreşe verilmem gerektiğini savunurken, gelenekçi kanattaki babam ise anneannemlere ya da babaannemlere transfer edilmem gerektiğini ileri sürüyordu. Aslında babaannemlerden öylesine bahsediliyordu çünkü babaannemlerin başka varlıklara dönük insanlık tarihinin iyi damarından süzülüp gelen empati, hoşgörü ve benzeri kavramlardan nasibini pek de aldıkları söylenemezdi. Bu açıdan kritik tercih “kreş” ile “anneannemler” arasında yapılacaktı.
Annem ile babam arasında bu yakıcı meselede süregiden tartışma adeta bir el classico havasında geçiyordu; iki taraf da iyi top oynuyordu, iki tarafın da mazisinde şanlı bir tarih yatıyordu, iki taraf da inanarak sahaya çıkmıştı. Fakat iki tarafın top oynama tarzı birbirinden çok farklıydı: annem, akran sosyalleşmesi, motor becerilerin gelişimi ve kolektif yaşama becerisi gibi kavram setleriyle babamın kalesini sert şutlarla yoklarken, babam ise aradan kontratak şansları yaratıp annemin kalesinde galibiyet getirecek golü arıyordu. Babamın aslında bu efsanevi maçtaki taktiği, bulduğu her fırsatta topa burnunun ucuyla ayı gibi abanmak ve hep bunu yapmaktı, zira argümanı şuydu: “Ne gerek var şimdi o kadar masrafa, hem annenlere de değişiklik olur, torun bakmak onlara da iyi gelir.” Daha fazla ayrıntıya girmeyeyim (fakat gerçekten bir futbol şöleni yaşandığını söyleyebilirim), sonunda kazanan babam oldu! Bu bizim aile tarihimizde pek alışıldık bir durum değildi. Öyle ki babam da ilk başta kazandığını fark etmeyip “aslında kreş de gayet güzel bir fikir” şeklinde bir süre daha, bu sefer annemin argümanlarını sahiplenerek tartışmayı sürdürdü. Babamın böyle bir yanı vardı; bir şeyi kazandığı anda bocalayıp karşı tarafa hak vermeye başlıyordu, alışverişte pazarlığa bu yüzden babamı bulaştırmıyorduk, indirimi kaptığı an mikrofonu bırakması gerekirken birden esnafa sahip çıkan taşra siyasetçisi gibi gevelemeye başlıyor, çoluğunun çocuğunun nafakasını pazarda, manavda, kasapta bırakıp geliyordu.
Özetle, bu yüreği boyundan kat kat büyük çocuğun artık göç etmesi gerekiyordu. Değişime hazırdım, krizleri birer fırsat olarak gören girişimci bir yapım vardı. Anneannemlerdeki ekosistemi kafamda canlandırmaya çalışıyor, bu yeni ekosistemde hayatta kalmak adına gerekli evrimsel atakları yapıp yapamayacağımı biraz da endişeyle düşünüyor ve uyumadan önce anneannem ve dedemi etkileyebilecek bazı cümleleri önceden hazırlıyordum.
Nihayet annemin yeniden işe başlayacağı ilk gün geldi çattı. Annem, babam ve ben evden çıktığımızda giyimimizle olsun yürüyüşümüzle olsun adeta ateş ediyorduk diyebilirim. Bankada çalışan babam o güne özel arada eşin dostun nikahında düğününde giymek üzere özenle kenarda tuttuğu lacileri çekmiş, annem şık bluzu (tabii ki vatkalı), janti kalem eteği ve hafif ama baştan çıkarıcı makyajıyla bir tür lokal moda ikonuna dönüşmüştü. Ben ise yeni alınan dinozorlu eşofman takımımla (vatkasız) adeta mekanın sahibi gibi yürüyordum. Çekirdek ailemiz birdenbire bana baya havalı bir ekip olarak görünmeye başlamıştı. Bayramlarda bile bu kadar süpersonik giyinen bir ekip olamamamıştık; bayramlarımız genelde sülalece aşırı kaotik geçtiği için hemen hepimiz yeni gibi görünen fakat yırtılsa üzülmeyeceğimiz şeyler giyip o günleri bir şekilde atlatmaya çalışıyorduk zaten.
Ve anneannemlerin kapısına gelindi. Ayaküstü bir devir teslim töreniyle birkaç saniye içinde yeni ekosistemime adımımı atmıştım. Kapının kapanması ve annemlerin gitmesiyle bir yalnızlık, bir terk edilmişlik hissinin çökmesini bekliyordum, fakat son derece gamsız, çıkarcı ve dolandırıcı bir yapıya sahip olduğum için hayatımın geri kalanında bana psikolojik sorunlar olarak geri dönebilecek şeyler pek yaşamıyordum. Onun yerine “Dede ben var ya, at gördüm” diye yeni ekosistemime dosta güven düşmana korku salan bir giriş yapıverdim. “Var ya” kalıbını yeni kullanmaya başlamış ve çok sevmiştim; cümlelerimi daha etli butlu hale getiriyor, karşıdaki kişiyi söyleyeceğim esas şeye hazırlamama yardımcı oluyordu. “Var ya” kalıbı başarılı bir kalıptı. Buna karşılık, dedem “Ben seni at yarışına da götürürüm” derken, anneannem ise “Elini yıkadın mı sen bakiim!” şeklinde mekanın gerçek sahibinin kim olduğunu sezdiren bir dis attı. Şimdiden söyleyeyim; anneannemlerdeki ikinci-hayatım genel olarak bu sarkaçta salınacaktı: dedem bana vizyonumu genişleten bilgiler ve deneyimler sunarken, anneannem ise yasak, kural ve disiplin departmanından sorumlu olacaktı.
Burada “torun” denen şeye dönük iki kadim öğreti karşı karşıyaydı aslında: İlk kadim öğretide, torun denen şey bir tür yazlıkçı eğlencesiydi; hayhuyla geçen çocuk yetiştirmelerden sonra artık gevşendiği, “yav çocuğun canı istemiş, paslı demiri yalasa n’olcek alla’sen” denebildiği, çocukla nihayet çocuk olunabildiği bir dönemdi. İkinci kadim öğreti ise çocuk ile torun arasında bir ayrıma gitmiyor, çocukların dünya denen survivor’a hazır hale gelmesi için Malkoçoğlu gibi demir disiplinle tornadan geçirilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. İkisi de son derece bilge felsefi altyapılara sahip ve yaşanmışlıktan süzülmüş kıssalara dayanan bu iki kadim öğreti anneannemlerin evinde bir şekilde barış içinde bir arada yaşamayı başarıyordu.
Neredeyse dört yaşıma gelmiş aklı başında bir birey olarak bu ilk sahneden çıkardığım ders şuydu: dedeme aşırı şımarabilir ve bir şekilde bana zararlı olduğu söylendiği için erişemediğim dünya nimetlerinin (toplu iğne, boyalı şekerler, salıncakta aşırı hızlı sallanma vb.) tadına bakabilirdim; anneannemin kurallarına da elimden geldiğince uymalıydım çünkü kraliçe oydu. Ben bunları düşünerek windows 1.0’ımı güncellemeye alırken, içeriden gelen bas bariton sesle irkildim: “Ya tamam kalktık işte yeaaa!” Bu, Salim dayımdı. Salim dayım ancak çok büyük sanatçıların olgunluk çağı eserlerinde kısmen anlatabileceği türden bir karakterdi. O aralar lise sona giden bu genç irisi delibozuk ileride bütün bir aileyi felakete sürükleyecek inovatif facialar yaratacak olan kişiydi. Anneannem ile dedemin geç cinsel baharının bozuk meyvesi, halkın ekinine kıran getiren kımıl zararlısıydı. Allah bir kavimi yok etmek isterse Salim dayımı gönderse yeterdi. Genetik olarak da aile ile alakası yoktu; bir doksana yakın, atletik yapılı, çakır yeşil gözlü, aşırı kalın sesliydi. Sütçüden oldu desen dünyada böyle bir sütçü olamazdı. Genetiğinde bu boy bu endam yüklü bir insan bir şekilde şovbizınısta kendine erken yaşta yer edinir, sütçü falan olmazdı. Salim dayımı tamamen unutmuştum, çünkü Salim dayım bayramlarda aileyle muhatap olmazdı, kavga dövüş evden bir şekilde fıyar, gider yaşına göre torpil kızkaçıran patlatırdı, kuş yakalayıp satardı ya da kızlara laf atmak için sokak kenarlarında tünerdi. Özetle, Salim dayım diye bir gerçeklik vardı ve ben bu gerçekliği hiç hesaba katmamıştım.
Salim dayım anneannemin “yüzünü yıka, şu gömleğini ver ütüleyeyim, ağzına bir lokma yemek koy pis pis şeyle yeme” şeklinde uzayıp giden komutlar dizisine karşı yoksay butonuna basıp bir dakikadan kısa bir sürede okul formasını giyinip, çantasını alıp, saçına jölesini sürebilmişti. Tam kapıdan çıkarken “Vayt, sen mi geldin la piçoz!” diyip gelip lebron james’ten daha büyük elleriyle kafamı okşadı ve ortadan kayboldu. Böylece ikinci-hayatımdaki Salim dayımla ilk karşılaşmamda ayaküstü ilk küfürümü öğrenmiş oldum, saçlarım bir daha düzelmeyecek şekilde dağıldı (inanmazsınız o el darbesi saçlarıma yıllarca bozulmayacak bir perma hediye etti, acayip) ve kendime yapabileceğim en kötü şeyi yapmış olduğumu çok çok sonra anlayacağım şekilde rol modelimi babamdan Salim dayıma güncelledim.
Evlerin mobilyaları, tarzı ve mood’u tamamen değilse de büyük ölçüde o evde yaşayan hakim konumdaki kuşağın, jenerasyonun dna’sına sahiptir. Anneannemlerin eviyle bizim ev arasında da kuşak farkının damga vurduğu bu türden yapısal farklar vardı. Bir kere bizim evde salon yoktu, daha doğrusu salon vardı fakat artık bir oturma odasıydı, gündelik faaliyetlerin yapıldığı bir sosyal merkezdi. Anneannemlerin evde ise kocaman bir salon vardı ve kapısı kilitliydi; tahmin edilebileceği üzere evin bu en geniş ve en çok ışık alan alanı sadece misafir geldiğinde haftada birkaç saatliğine törenle açılıyor ve ardından temizliği yapılarak halkın kullanımına kapatılıyordu. Yine annemlerin yatak odası benim için oyun parkıydı, ebeveynlerimin mahremine bir gram saygım yoktu, yaylı yataklarının yayları ise günde üç ila dört saat üzerinde zıpladığım için kısa sürede haşat olmuştu; lanet olsun orayı seviyordum. Anneannemlerde ise yatak odası da sadece yatmak için kullanılıyordu, bunu anneannemden feci bir azar yiyip çok kesin ve şok edici şekilde öğrenecektim. Fakat esas facia kakamın gelmesiyle ortaya çıkacaktı: tuvalet alaturkaydı! What tha’ fcuktı? İşte bu bir krizdi. Bu lanet olası ev benim yaşadığım eve hiç benzemiyordu, tamam, ama net söylüyorum, ben alafranga bebesiydim, bu benim kırmızı çizgimdi. Anneannemlerin evinde yaşadığım ilk krizin o minicik dötümle ilgili olması hiç hoş bir başlangıç olmamıştı. Neyse ki dedem derhal alafrangalı (genç kuşaktan) karşı komşunun zilini çalıp durumu anlattı ve dötümün rahatı için gereken palyatif çözüm bulunmuş oldu. Fakat hemen aynı dakikalar içinde yeni bir krizle baş etmem gerekecekti: tuvaletlerini kullanmak üzere apartman koridorunun karşısına geçirildiğim anda kapıda beni bekleyen dünyanın en güzel şeyiyle karşılaştım: Ayla abla! Aşk denen şey ile ilk karşılaşmam böyle oldu: aşırı kakam vardı, hayvanoğlu hayvan (dedem ve anneannem hariç!) Salim dayım saçlarımı geri döndürülemez şekilde bozmuştu, üzerine bir de aşık olmuştum… Anneannemlerdeki ilk günüm her anlamda ilklerin gününe dönüşmüştü. Allah cezamı vermişti. Minnak bünyem zorlanıyordu.
Bedenimden yersiz ve zamansız bir şekilde dışarı çıkmak isteyen kakam nedeniyle ben bu stres-travma halayında mendil sallıyorken, Ayla abla bu durumu sevimli bulmuştu, fakat bunu o an düşünecek durumda değildim. Neyse ki korkunç geçen on dakika sonrasında kriz atlatıldı; kakamı son derece medeni bir şekilde yaptım, utançtan kıpkırmızı bir şekilde kapıdan fırlayıp anneannemlere sığındım; dedem ise derhal mahallenin tesisatçısına gidip yanında tesisatçı ve şıkır şıkır parlayan bir alafranga ile geri döndü. Böylece anneannemler biraz da benim dötüm sayesinde şimşek hızında bir modernleşme süreci yaşamış oldular. Alaturka tuvaletten gelen balyoz sesleri, aslında eski çağdan yeni çağa hızlı geçişin sancısının ortaya çıkardığı seslerdi. Toplumlar tarihi de böyleydi; bazen birilerinin gelip toplumun bütün köhne yapılarını bam güm girişip yıkması gerekiyordu; gerçi toplumlar söz konusu olduğunda yerlerine her zaman daha iyilerinin kurulduğu söylenemezdi. Fakat tuvalet konusunda tek bir hakikat vardı: alafranga insanlığın en büyük üç icadından biriydi (diğerleri fındıklı tombi ve itfaiyeci transformers’tı).
Dünyanın en uzun gününü yaşıyordum. Henüz anneannemlere göçeli bir saat olmuştu; ilk küfürümü öğrenmiş, ilk kez aşık olmuş, anneannemlerin alaturka tuvaletini yıktırmıştım. Fakat daha yeni başlamıştık. Usta tuvaletle uğraşırken anneannem yanına örgüsünü ve dedikodu kazanını almış karşı komşuya geçecek, ben de dedemle birlikte dedemin neredeyse bütün gününü geçirdiği mahallenin kahvesine yollanacaktım. Anneannem çıkarken ustaya son talimatları vermiş, işini bitirdikten sonra ortalığı tertemiz bırakması konusunda net bildirimde bulunmuştu. Bu ani modernleşme atağı yüzünden evden çil yavrusu gibi dağılmak zorunda kalmıştık anlayacağınız.
Dedemle bir tam gün geçirmek de bugünün ilklerinden olacaktı. Dedemi çok severdim, fakat dedemin bir halk kahramanı olduğunu o gün öğrenecektim. Evde paçalı donla gezip mütevazi bir yaşam süren dedem, mahalle kahvesine gidip köşedeki masasına yerleştiği anda başka bir insana dönüşüyor ve mahallenin delisi dahil herkesin bir şekilde sorununu çözüyordu: zabıtayla pazarcıyı uzlaştırıyor, berberi çırağına sert davranmaması için uyarıyor, muhtarla gündelik toplantı yapıyor, arka sokaktaki boş arsaya dökülen molozun kaldırılması için resmi temaslarda bulunuyordu. Dedemin kahvedeki masası gün içinde sürekli dolup taşıyor, yer yer önünde sıra oluşuyordu. Dedem mahallenin kralıydı, ben de veliaht prenstim. Dedemin tebaası bana “delikanlı” diye sesleniyordu, oraletim bitiyor kivim geliyor, daha kivinin dibini görmeden tarçınla şenleniyordum. Kahveci Ercan abi bana çalışıyordu. Bu arada dedemin bir diğer yeteneği de gözlerimin önüne seriliyordu: dedem çok fena ganyancıydı, yarışlarda koşan atların anasını babasını biliyor, atın jokeyinin sabah kahvaltıda ne yediğini söylüyordu. Galop, sprint, eküri gibi kavramlar havada uçuşuyor, genel kültürüm hiç olmadık bir yerden patlama yapıyordu.
Dedem kahve mesaisinin öğleden sonraki kısmında ise Salim dayım ile ilgili şikayetleri dinliyordu. Salim dayım okul saatinde ataricide görülüyor, komşu çocuklarına paralı taso oynatıyor, kasap Mehmet’in oğlunu hırpalıyor, mağazacı Erol abinin kızını rahatsız ediyor, inşaata işiyordu. Salim dayımın aynı gün içinde bütün bunları nasıl yaptığı bir muammaydı, fakat halk dayımdan son derece şikayetçiydi. Dedem ise Salim dayımdan şikayetçi olanları sakinleştiriyor ve akşam kendisiyle gerektiği şekilde konuşacağını söyleyip mahallenin Salim dayım tarafından günaşırı bozulan hassas sosyal dengesini adeta çıplak elleriyle korumaya çalışıyordu.
Dünyanın en uzun günü sürüyordu. Dedemin masasında ne yiyip ne içeceğimi şaşırmış, iyice coşup dedeme yandaki kebapçıdan gevrek bir lahmacun (acısız) söyletmiştim. Dedem ben ne istesem “ha benim aslanıma, ha benim tosunuma” diyordu; dedem arkamdaydı, vursalar ölmezdim. Bu gazla birkaç saat içinde on iki oralet, iki kivi, iki tarçın, iki çamlıca gazoz, bir salçalı tost gömmüştüm ve bir de üzerine lahmacunumu sabırsızlıkla bekliyordum. Bugüne kadar uzanmama izin verilmeyen bütün yasak meyvelerden tadacaktım, çünkü ben Toranaga’nın torunuydum. Mahallede dedeme Toranaga deniyordu. Dedemin adı Turan’dı; bir ara trt’de bir Japon dizisi oynamıştı ve başrolündeki karakterin adı Toranaga Anjinsan’dı, yani öyleymiş. Dedeme de Turan Aga Turan Aga denirken dizinin de etkisiyle dedem birden Toranaga’ya dönüşmüştü. Böylece ben de şaka maka koskoca Toranaga’nın torunu olmuştum.
Lahmacunumu sabırsızlıkla beklerken bir yandan da acaba bir pepsi kola isteme denemesi yapsam mı diye dedemin modunu tartıyordum; zira kısa sürede yasakları delme konusunda epey hızlı gitmiştim ve de o zamana kadar şansım yaver gitmişti. Fakat pepsi kola ciddi bir konuydu. Dedem her ne kadar geniş mezhepli bir adam olsa da annemle böyle bir konuda ters düşmek de istemezdi. Zira annemin pepsi kola konusundaki görüşü çok netti: pepsi kola çocukların midesini delerdi, noktaydı. Ben bunları düşünürken dedemin masasına bu sefer kısa boylu, çekik gözlü, beyaz bir bornoz giymiş ve beline de siyah kemer takmış bir adam oturuverdi. Tuhaf olan şey, adamın bu kılık kıyafetini kimsenin yadırgamamasıydı, oysa adam herkesin gömlek kazak pantolonla ve ayakkabıyla dolaştığı bir dünyada kar beyazı bornozla ve terlikle dolaşıyordu. Bornozlu adamla dedem arasında “Toronaga” diye başlayan “karate-do” diye devam eden bir sohbet başlamıştı. Belli ki adam Japondu, o tamam da dedemin Japonca konuşması beni şok etmişti. Lanet olsun, dedem yoksa Japon muydu? Bu beni de Japon yapar mıydı? Peki dedem neden bornoz giymiyordu? Ufacık aklım mavi ekran vermişti. Kendimden biliyorum, bu yaştaki insan evlatlarında bir laf duyup onun üzerine anında kafada film çekip dünya gezegeninden uçup gitme gibi bir huy vardı, buna bir tür doğum lekesi de diyebiliriz. Sonra neyse ki aile, toplum ve devlet insan evlatlarını yontuyor ve hayalgücü denen hastalıktan onları kurtarıyordu.
Derhal beyin menüme girip laf dinleme zanaatımı seçeneğini aktive ettim. Dedemle konuşan şahsın adı Cengiz Sanin’di; mahallede bir karate (-do) salonu işletiyordu, benim bornoz sandığım şey karate elbisesi, kemer sandığım şey kuşaktı, dedemle de Türkçe konuşuyorlardı, havadan sudan sohbet ediyorlardı. Taşlar yerine oturmuş, küçük beynim bu seferlik yine direkten dönmüştü, çok şükür bugün de kafayı yakmamıştım. Bir ara Sensei Cengiz bana bakıp dedeme “yahu bu yakışıklıyı versene karateye benim yanıma, bak birazdan bunun yaşındakiler gelecek” dedi. Sensei benim tam da karate öğrenme yaşımda olduğumu iddia ediyordu. Afedersiniz ama altıma kaka yapmayı yeni bırakmış bir yaştaydım ve hayatta olup bitenlerin yüzde 99.8’ini anlamıyordum, Japon kültürüne bulaşmak hayatımı daha da zorlaştırabilirdi. Fakat bu öneri dedeme son derece mantıklı görünmüştü ki bana dönüp “Cengiz amcan sana karate öğretsin mi kuzum, hem çok güçlü olursun, kasların şişer herkesi dövebilirsin” şeklinde kısa fakat son derece etkili bir prezentasyon yaptı. Aslında bir süredir entelektüel gelişkinliğim ile çelimsiz bedenim arasındaki uyumsuzluğu kapatmam gerektiğini düşünüyordum. Hem mesela Salim dayım çok güçlüydü, mahalledeki herkesi dövebiliyordu, hem Ayla ablayı da etkilemem lazımdı, demek ki Salim dayım da karate biliyordu, dedeme de Japonca isim takmışlardı, dedem de muhtemelen karateciydi, mahallemiz gizli bir karateciler topluluğu olabilirdi, acaba kahveci Ercan abinin oğlu Volkan da karateci miydi, o da baya güçlü görünüyordu, babam da karateci olabilirdi ama olmayabilirdi de… Bu hızlı argümanlar zinciri sonunda karateci olmanın beni toplum nezdinde son derece lanet olası inanılmaz aşırı ötesi havalı yapacağına karar verdim. O sırada lahmacunum da (acısız evet) gelmişti. Böylece Uzakdoğu dövüş sanatlarına Yakındoğu lezzetleri eşliğinde giriş yapacaktım.
Daha birkaç dakika önce kahvede batman dedemin yanında yancı robincik olarak takılırken, an itibariyle üzerime bol geldiği için kolları ve paçaları kıvrık karate elbisesinin içindeydim, tombik ayaklarım çıplaktı ve ben epeydir ayaklarımı görmediğimi fark etmiştim. Fakat zaman karate zamanıydı. Karşımızda (sonradan hakikaten memleketin karate tarihinde pek çok ilki gerçekleştiren önemli bir kişi olduğunu öğreneceğim) Sensei Cengiz ve yanımda ben hariç beş karatekid, duvarlarında Japonca afişlerin bulunduğu minderle döşeli bir salondaydık. Sensei Cengiz bize karate-do’nun bir savunma sanatı olduğunu farklı örnekler vererek anlatıyordu. Mesela birisi bize küfür etti, onu uyaracaktık; birisi bize vurmaya kalktı, önce onun hamlesinden kaçınacaktık; fakat birisi bize artık vurmaya başlıyorsa ona insan demeyecek karateyle dümdüz edecektik. Birisini direkt dövmeme ilkesi benim entelektüel tarzıma da uygundu. Bu karate işi kafama epey yatmıştı. Sonra birkaç hareket öğrendik, her hareketin sonunda “Kiyaaa!” diye bağırıyorduk, aşırı gaza gelmiştim, lanet olsun ben artık bir karateciydim. Bir saat sonunda dedem beni geldi aldı ve kahvedeki masaya geri döndük. Fakat artık ben eski ben değildim, dünyaya artık başka bir pencereden bakıyordum, biraz dişimi sıkarsam belki de Salim dayım gibi bile olabilecektim, hatta (hani olmaz da) Salim dayımı bile döverdim, gerekirse tabii.
Saat akşamüzerine devrilirken tuvaleti takan usta gelip işi bitirdiğini söyledi ve dedemle birlikte evin yolunu tuttuk. Evde anneannem ustaya sövüp sayarak tuvalete cif, tuzruhu ve eser miktarda barutla yaptığı kimyasal silahla saldırıya geçmişti. Salim dayım ortalarda yoktu, en son araba pazarında kazı kazan satarken görülmüştü, annemle babamın gelip beni alacağı saate az kalmıştı… Ben ise hayatımın en uzun gününün ardından anneannemlerin kasalı çekyatında uyuyakalmıştım. Çocukken uyuyakalmanın en güzel yanı, kolay taşınabilir bir varlık olduğunuz için gözünüzü birden başka yerlerde açabilmenizdir; küçük çocuklar ışınlanabilirler.
ciddiyet a.ş.’de haftaya… bir storyteller olarak anneannem… sporcu kimliğimle onlaynım… salim dayımla bir saat bir ömür… babam meşhur oluyor… kurban bayramının schindler’i… pardon ama o benim pipim…