ciddimevzu

Modern uygarlığın Romantik ve Marksist eleştirisi // Michael Löwy

Sanayi Devrimi tarafından yaratılan modern burjuva toplumu ve kapitalist uygarlığa dönük ilk eleştiriler –Marx’tan yarım yüzyıl kadar önce– Romantik şair ve yazarlardan gelmişti. Romantik anti-kapitalizm on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında doğdu ancak bugüne değin modern kültürün asli bir bileşeni olmaktan geri durmadı. Sanat ve edebiyatta sıklıkla Romantik Hareket olarak adlandırılan ve esasen on dokuzuncu yüzyılın başında mecrasını bulan akım, pek çok ve aşırı çeşitli tezahürlerinden yalnızca biridir.

“Sanayi Devrimi tarafından yaratılan modern burjuva toplumu ve kapitalist uygarlığa dönük ilk eleştiriler –Marx’tan yarım yüzyıl kadar önce– Romantik şair ve yazarlardan gelmişti. Romantik anti-kapitalizm on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında doğdu ancak bugüne değin modern kültürün asli bir bileşeni olmaktan geri durmadı. Sanat ve edebiyatta sıklıkla Romantik Hareket olarak adlandırılan ve esasen on dokuzuncu yüzyılın başında mecrasını bulan akım, pek çok ve aşırı çeşitli tezahürlerinden yalnızca biridir.”

**

Bir weltanschauung, yani kapsamlı bir dünya görüşü, bir fikriyat tarzı ve temel bir hissiyat yapısı olarak bu akım sadece Novalis, E.T.A. Hoffmann ve gerçeküstücüler gibi hayal gücü ve fantezi şair ve yazarlarının çalışmalarında değil, aynı zamanda Balzac, Dickens ve Thomas Mann gibi hakiki gerçekçilerin romanlarında da; sadece Delacroix ya da Rafael-öncesi ressamlar gibi sanatçılar arasında değil, aynı zamanda Sismondi gibi siyasal iktisatçılar ya da Tonnies gibi sosyologlar arasında da bulunabilir.

Romantik anti-kapitalizmin temel karakteristiği, (üretim ve çalışma süreçlerini de içerecek biçimde) modern sanayi (burjuva) uygarlığının, belirli kapitalizm-öncesi toplumsal ve kültürel değerler adına köklü bir eleştirisidir. Gerçek ya da hayali bir geçmişe dönük referans, bu akımın mutlaka regresif veya gerici bir yönelime sahip olduğu anlamına gelmez: muhafazakâr olabileceği gibi devrimci de olabilir. Köklerinden bugüne Romantizm’de bu iki eğilim de bir şekilde var olmuştur: bu mevzuda Burke ile Rousseau, Coleridge ile Blake, Balzac ile Fourier, Carlyle ile William Morris, Heidegger ile Marcuse’yi anmak yeterlidir. Bazen ise Georges Sorel’de olduğu üzere muhafazakâr ve devrimci damarlar aynı düşünürde bir araya gelmektedir.

Romantik anti-kapitalizmin ilk dalgası, on dokuzuncu yüzyıl boyunca, Sanayi Devrimi ve onun ekonomik, toplumsal ve kültürel sonuçlarına tepki göstermiştir. Ancak onun sanayi toplumu ve sanayi emeğine dönük eleştirisinin ilgi ve ilintisi sadece tarihsel olmakla malûl değildir. Romantik anti-kapitalizm sadece – işçilerin mutlak sefaleti, çocuk işçiliği, vahşi bırakınız-yapsınlarcılık, acımasız Yoksul Yasaları gibi– ilk döneme özgü belirli mağduriyet, istismar ve adaletsizliklerle değil, aynı zamanda modern (endüstriyel/kapitalist) uygarlığın on sekizinci yüzyıldan 1980lere uzanan daha genel, yaygın, asli ve sürekli karakteristikleriyle de ilgilidir.

Romantik eleştiri nadiren sistematik ya da açık seçiktir ve bu anlamda kapitalizme pek az atıfta bulunur. On dokuzuncu yüzyıl sonu Alman sosyolojisinde ve sosyal felsefesinde bazı geçici sistematizasyonlar tespit edebiliriz: bunlar, geçmişe ait bir geleneksel toplumsal, ahlaki ya da kültürel değerler dizisi olarak Kultur’e, modern, “ruhsuz”, maddi, teknik ve ekonomik kalkınma olarak Zivilisation’a; ya da doğrudan toplumsal ilişkilerin eski organik cemaati olarak Gemeinschaft’a ve insanların faydacı hedefler etrafında mekanik ve yapay biçimde bir araya gelmesi olarak Gesellschaft’a karşıdırlar.

Romantizm’in eleştirdiği sanayi (burjuva) uygarlığının temel özelliği –her ne kadar özellikle solcu Romantikler tarafından bunlar da kınanıyorsa da– işçilerin sömürülmesi ya da toplumsal eşitsizlik değil, hayatın sayısallaştırılması, yani kantitatif değişim değerinin, fiyat ve kârın o soğuk hesaplanma biçiminin ve piyasanın yasalarının bütün toplumsal yapı üzerindeki topyekûn hakimiyetidir. Modern toplumun diğer bütün olumsuz karakteristikleri, çürümenin bu ciddi ve mutlak kaynağından fışkırdığı biçimiyle pek çok Romantik anti-kapitalist tarafından sezilmiştir: örneğin Para tanrısının dini (Carlyle’nin “Mammonism”i), toplumsal, dini, etik, kültürel ya da estetik bütün niteliksel değerlerin düşüşü, bütün nitelikli insani ilişkilerin çözülmesi, hayal gücü ve romansın ölümü, hayatın o donuk tektipleştirilmesi, insanların birbirleri ve doğayla olan ilişkilerinin tamamen “faydacı”, yani niceliksel olarak hesaplanabilir hale gelmesi. Toplumsal yaşamın parayla ve havanın endüstriyel dumanla zehirlenmesi de pek çok Romantik tarafından aynı şeytani kökten kaynaklanan paralel bir fenomen olarak kavranmıştır.

**

Kapitalist modernitenin Romantik ithamını göstermek üzere bir örnek vermeme izin verin: Charles Dickens, sosyalist fikirlerle lalettayin ilgisi olmamasına karşın Karl Marx’ın favori yazarlarından biridir. Marx’a göre Dickens “canlı ve lezzetli sayfaları, dünyaya, siyasal ve toplumsal hakikatleri meslekten siyasetçilerin, gazetecilerin ve ahlakçıların alayının söylediklerinin bir araya getirilmesinden daha fazla anlatan İngiltere’deki roman yazarlarının ihtişamlı kardeşliğini temsil eder…” (sayfa 892). Bu düşünce 1854 yılı Ağustosunda New York Daily Tribune’da Marx tarafından yazılan bir makalede yer almaktadır. Aynı yıl, sanayi toplumunun Romantik eleştirisinin alışılmadık derecede hissedilebilir bir ifadesini içeren Dickens’ın Zor Zamanlar romanı yayınlanmıştır. Bu kitap, Burke, Coleridge, Cobbet, Walter Scott, kitabın adandığı Carlyle, Ruskin ve William Morris gibi diğer pek çok İngiliz Romantiği gibi kapitalizm-öncesi (genellikle de ortaçağdan devşirme) yaşam biçimlerine açık seçik bir hürmete pek de itibar etmiyor, bunun yerine geçmiş ahlaki ve dini değerlerin kendi aklının harcının bileşenleri olduğuna atıfta bulunuyordu.

Zor Zamanlar’da sanayi çağının sayısallaştırıcı ve soğuk ruhu, “cebinde her daim bir kural ve bir çift terzi ve kerrat cetveliyle dolaşan” ve “insan doğasının her bir parselini tartmaya ve ölçmeye ve de size bunun tam olarak kaça patlayacağını söylemeye her daim hazır olan” fabrikatör ve Parlamento’nun Faydacı Vekillerinden “Thomas Gradgrind” tipinde büyüleyici biçimde tasvir edilmiştir. Gradgrind için her şey “tastamam bir hesap kitap meselesi, basit bir aritmetik hadisesidir” ve o çocukların eğitimini sıkı biçimde “rakamlarla saptanamayan ya da piyasadan en ucuza alınabilir ve en pahalıya satılabilir olduğu gösterilemeyen şey yoktur ve olmamalıdır” muteber ilke etrafında örgütler. Gradgrind’in felsefesine göre –ki siyasal iktisadın, katı Faydacılığın ve klasik bırakınız yapsınlarcılığın insafsız dünyagörüşü de budur– “her şeyin bir fiyatı vardır. Hiç kimse maddi karşılık olmaksızın kimseye yardım bahşetmemelidir. Minnettarlık mefhumu çöpe atılmalıdır ve buradan gayrı erdem fışkırmamalıdır. İnsan varlığının her bir karışı, beşikten mezara hesap kitap üzerinden bir pazarlıktır”.

**

 “Romans insan ruhundan büsbütün söküp atıldığında acı zaferine erişecek olan kapitalist ethosun –neredeyse Weberci bir “ideal tip” olan– bu güçlü ve şatafatlı portresine karşı Dickens, kendi Romantik ithamını “insan eliyle yapılan bütün o hesaplamalara meydan okuyan hassasiyetler, duygulanımlar, zayıflıklar ile bundan gayrı insanın kendi aritmetiğini Yaratıcısından fazla bilememesi” üzerine inşa etmiştir. Dickens ve Zor Zamanlar’ın bütün kurgusu, insanların yüreğinde “inancına dönük ateşli bir iddiadır.”

Ancak Zor Zamanlar sadece ruhun öğütülmesi üzerine değildir: roman aynı zamanda sanayi (kapitalist) uygarlığının, insanların maddi hayatındaki romans, renk ve hayal gücü gibi niteliklerin nasıl donuk, sıkıcı, tektip, keyifsiz ve gri bir rutine indirgediğini de anlatmaktadır. (sayfa 894). Modern sanayi şehri “Coketown”  Dickens tarafından betimlendiği haliyle “sonu gelmez duman kıvrımlarının her daim insanları takip ettiği bir makineler ve uzun bacalar kentidir”; “aynı işi yapmak üzere her biri aynı saatlerde giren ve çıkan ve birbirine benzeyen ve bugünü dününe ve yarınına benzeyen ve her biri yılı bir önceki ve bir sonrakiyle aynı olan insanların ikamet ettiği her biri diğerine benzeyen pek çok geniş caddeyle yine tıpatıp aynı küçük sokaklara sahiptir”. Zaman ve mekân herhangi bir niteliksel çeşitliliğini ve kültürel çok boyutluluğunu, makinelerin kesintisiz faaliyetiyle şekillenen tek bir sürekli yapıya benzeyerek kaybetmiş gibi görünmektedir.

Sanayi uygarlığı açısından doğanın (güzellik, sağlık gibi) nitelikleri mevcut değildir: o sadece ham maddelerden ne kadar nicelik devşirebileceğini dikkate almaktadır. Coketown bu nedenle “öldürücü kirli hava ve gazların doluşmasıyla Doğa’nın devre dışı kaldığı” bir yerdir; yüksek bacaları her daim “gökyüzü ve güneşi ebediyen örtecek zehirli atıklarını püskürtmektedir”. “Bir yudum saf havaya susamış”, biraz da olsa taze çimen, yeşil bir alan, parlak bir mavi gökyüzü, kuşların dallarında şakıdığı birkaç ağaç görmek isteyen insanlar, demiryolu boyunca birkaç mil yürümek ve ardından boş alanlarda yürümek zorundadır. Ancak insanlar orada bile huzur bulamazlar: çimenlerin arasında gizlenmiş topraktan demir ya da kok çıkartılması ardından öylece bırakılmış metruk çukurlar ölüm tuzaklarına çok benzemektedir.

Modern kapitalist toplumdaki çalışma meselesi işbu genel bağlamda ele alınmaktadır. Dickens dikkatini fabrika içindeki emek süreçlerine yöneltmez ancak işçilerin makinenin hareketine, “hep aynı biçimde, “melankolik bir filin başını sallaması gibi bir aşağı bir yukarı hareket eden” buhar motorunun o yeknesak ritmine bağımlı hale gelmesini gözlemler.

Başka Romantik ya da neo-Romantik yazarlar da bu mesele üzerinde yaygın biçimde durmuşlardır. yaratıcılık ve hayal gücünün emeğin asli bileşenlerinden biri olduğu bir çalışma biçimi olan eski kapitalizm-öncesi el zanaatının düşüşü ve yok oluşuna kederlenerek, sadece sayısal üretimin mutlak zaferini, ölü makinelerin canlı insanlar üzerindeki egemenliğini, işbölümünün aptallaştıran etkilerini, mekanik ve cansız angaryanın (Fourier’in deyimiyle)  “tiksindirici” karakterini ve işçilerin sefalete itilip insanlıktan çıkarılmasını tanımlamış ve analiz etmişlerdir.

Bu türden eleştirileri (her ne kadar William Morris’in sosyalist ütopyasında ciddi ölçüde etkilenmişse de) bir sosyalist olmaktan epey uzak bir yazarın yazdıkları üzerinden takip edelim: John Ruskin. Mimari tarihçisi, sanat felsefecisi ve Pre-Raphaelite ressamların dostlarından biri olan Ruskin aynı zamanda siyasal iktisatla da ilgilenmiştir ve bu alana ilişkin temel düşüncelerinin bir özeti 1857 tarihli A Joy Forever adlı çalışmasının giriş bölümünde bulunabilir. Ruskin açısından üretimin endüstriyel biçimi “İngilteremizde gazaba uğramış Afrikalılar ya da köle Yunanlılardan bin kat daha fazla acı ve alçakça bir kölelik” yaratmıştır, çünkü bu sistem insanları “çark dişlilerine” dönüştüren ve iyiden iyiye “insanlıktan çıkaran” bir çalışma sistemidir.

 “İşçinin bu şekilde bir makineye indirgenmesi rezaleti”, ruhunun, zekâsının ve özgürlüğünün böylesi imhası, Ruskin’e göre, modern zamanların en büyük belasıdır. Bu belanın asli kaynaklarından biri, Ruskin’in ironik biçimde “işbölümünün muazzam uygar keşfi” adını verdiği şeydir; Ruskin bu keşfe yanlış isim verildiğinden dem vurmaktadır: “aslına bakılırsa mevzu işin bölünmesi değil, insanın bölünmesidir: İnsan parçalarına ayrılmakta, ufacık hayat pareleri ve kırıntılarına bölünmektedir …”. Modern endüstriyel imalat işi insani niteliğini kaybetmiştir: işçilerin “herhangi bir insani yeteneği kullanmak üzere en ufak bir olanağı bile yoktur”; işçiler, bir mekanizma yığını dâhilinde sayılan, tekerlekleriyle numaralanan ve çekiç darbeleriyle tartılan tekdüze sayılara, “fabrika dumanını beslemek üzere gönderilen benzin gibi” anonim bir çokluğa indirgenmiştir.

Aynen diğer Romantik modernizm karşıtları gibi Ruskin’in nostaljik ideali de Gotik bir geçmiştir. Katedrallerin inşasında ya da ortaçağ Venedik’inin camdan eşyalarının üretilmesinde emek özgür, soylu ve yaratıcıydı; eski el işlerinde düşünce ve işçilik birbirinden ayrışmamıştı ve mucitliğin olmadığı bir üretim yoktu. Ruskin’in rüyası, sanat ve emeğin bir olduğu bu Altın Çağı gelecekte yeniden kurmaktı; eski bir katedralin ön cephesindeki yontulara bakarken Ruskin, bunları “taşı yontan her işçinin hayat ve özgürlük işaretleri, hiçbir yasanın, hiçbir şartın ve hiçbir yardım derneğinin korumadığı ancak bugün bütün Avrupa’nın çocukları için yeniden kazanmasının ilk hedef olması gereken bir düşünce özgürlüğü ve varlığa göre saygınlık olarak görüyordu.

* Bu metin, Michael Löwy’nin 1987’de Theory and Society dergisinde yayımlanmış olan “Romantic and the Marxist critique of modern civilization” makalesinin ilk bölümünün çevirisidir.

kaynak: theory and society / çevirgen: kromozom #0

Gönder gitsin