sanatsepet

nietzsche: bir aziz ve bir şehit // john cowper powys

nietzsche entelektüel bir sadistti –bu inkâr edilemez– ve onun entelektüel sadizmi birçok tuhaf biçim alabileceği için (bunu bize kendisi öğretti) kendi o en duyarlı sinirlerinin özenle bozulması biçimine büründü. sonunda mantığını sahiden de bozan şey budur. ruhani bir açımlama süreciyle –ki insan bunun verdiği ıstırabı kavramaya cüret edemez– doğal “kutsallığını” aldı ve onu, tanrılara uygun bir yemek gibi, apollonvari bir biçim kazanana kadar, oyup durdu. nietzsche’yi sadece çekiçli filozof gibi değil, cerrahi bıçaklı filozof gibi de düşünmeliyiz.

Nietzsche hakkında çok şey söylenecek zaman değil; bu satırlar yazılırken ölümünün üzerinden sadece günler geçti. Muhalif sesler suskun. Kalabalık uğuldamayı kesmiş. Ama ona daha kötü bir şey oluyor; diğer şeyler içinde en korktuğu şey başına geliyor; –“kabul görmeye” başlıyor– Vaizler ondan alıntı yapıyor ve teologlar onu açıklıyor.

Şu anda dileyeceği tek şey Düşmanlardır –kızgın uzlaşmaz Düşmanlar– ama çağımız bunları üretemiyor. Sadece alaycı kötüleme; ya da korkulu geleneksel tasvip üretebiliyor.

İnsanın söylemek istediği şey, bu özel anda, “burada” yoksa yine “orada mı” Tanrının bu ölümcül uzlaşmaz karşıtının amacını yitirmiş olduğudur. Ama bunu kim söyleyebilir ki? Amacından öylesine emindi ki. Hayır, amacını yitirmedi. Yok etmek için yola çıktıklarını yok etti. Ama yok edemeyeceği tek bir şey vardı; onu ne yok edebildi ne maskesini indirebildi, ne de onun “değerlerine üstün gelebildi”. Yeryüzünün kendisini kast ediyorum –öylesine çok şey bilen ve öylesine sessiz kalan– hepimizin büyük, kurnaz, bilge, her daim var olan Annesini!

Ve kimi zaman insan, burun deliklerinde canlı çimenlerin ve ağır yapraklı humusun kokusuyla, bir taşra yolunda yürürken, Şeytan’ın kendisinin bile sabırlı, kavruk yeryüzü ve onun kör çocukları kadar derin ya da güçlü ya da bilge olmadığını hisseder. Katı bir yeryüzü iması, Rabelaisyen bir mani, kaba şaşırtıcı bir alay, derin Satirik mizahın bir kıkırtısı- ve Hayatın canavarca “kabalığı”, onun dostça dikliği ve umursamazlığı, grotesk anlamsızlığı, utangaç keskin sağduyusu, katı lifleri ve “farklılık” karşısındaki uğursuz kayıtsızlığı; bizi bütün “mesafeliliğimiz” için ”çamurların içine yuvarlar ve hoplayıp zıplayan bir boğa danası gibi üstümüzde tepinir!”

Nietzsche’nin panzehiri Azizlerin arkadaşlığında bulunmaz. Kendisi bunun için fazlasıyla Azizdi. Bu panzehir Shakespearyen kaba saba çarıkların ve Rabelaisci ayyaşların ve Cervantesci odalıkların arkadaşlığında bulunabilir. Aslında, tıpkı öteki soylu aşırıların panzehirleri gibi, yüzünüzü katı nemli toprağa gömmekte ve kayın ağaçlarının altında domuz fıstıkları eşelemekte bulunabilir. Audrey ile birlikte korulukta geçirilecek bir yaz günü “Kader“e huzur verecek ve “bütün şeylerin Tekerrür edişini” çok alçakgönüllü bir uzaklığa alıp götürecektir. Ve bu hayatın sırrından sarfı nazar etmek değildir. Bu üstün arayışın terk edilmesi değildir. Bu başka bir kapının aralanmasıdır; farklı bir havanın içeriye alınmasıdır; gizemin daha ilkel bir düzeyine geri dönüştür.

Bu kibirli ruhun tiranlığını doğru düzgün bir orantıya çekmenin yolu “Aşk” ya da “Ahlak” ya da “Ortodoksluk” ya da “kaba saba sürünün gücü” hakkında konuşmak değildir – basit bir biçimde insanın aklına, sadece varlıkları bile Hayatın “kütleselliğini” başka herhangi biri için başa çıkılması ne kadar imkânsızsa Nietzsche için de o kadar imkânsız hale getiren -insanca ya da diğer türlü- kaba, basit, yabansı, “soğansı” bastırılamaz nesnelerin alaca bulaca kafilesini getirmesidir.

Hayır, Azizlere sığınarak kendimizi onun entelektüel hâkimiyetinden kurtarmaya çalışmayacağız. Bunu yapmayacağız çünkü esasen kendisi de Aziz’di. Bir Aziz ve bir Şehit! Bunu kanıtlamak şimdi bana mı düştü?

Sanırım ki, onun ruhani itirazının tarihçesinin aslında ne olduğu anlaşılmıştır? Bu, onun içindeki İsa’nın, onun içindeki Apollo’ya sunulan bir adak olarak özenle kendi kendini Çarmıha Germesiydi. Nietzsche entelektüel bir Sadistti –bu inkâr edilemez– ve onun Entelektüel Sadizmi birçok tuhaf biçim alabileceği için (bunu bize kendisi öğretti) kendi o en duyarlı sinirlerinin özenle bozulması biçimine büründü. Sonunda mantığını sahiden de bozan şey budur. Ruhani bir açımlama süreciyle –ki insan bunun verdiği ıstırabı kavramaya cüret edemez– doğal “kutsallığını” aldı ve onu, tanrılara uygun bir yemek gibi, Apollonvari bir biçim kazanana kadar, oyup durdu. Nietzsche’yi sadece Çekiçli Filozof gibi değil, Keskili Filozof gibi de görselleştirmeliyiz.

Onu, kendi çarmıha gerilmiş suretinin huzurunda durup doğal hatlarını teker teker değiştirirken, bir heykeltıraş aletiyle görselleştirmeliyiz! Nietzsche’nin kendi yaralanmış “entelektüel sinirleri” ruhani vizyonunun üstünlük kazanma zeminiydi. “Deccal”ı yazabildi çünkü kendi doğasında “sevdiği şeyi” “öldürmüştü”. Hıristiyan mizacına yönelik böylesine doğaüstü bir önseziye sahip olmasının nedeni buydu. Onun “küçük sırları”nın üstüne kızgın yağlar dökebilmesinin ve onu son kırıntılarına kadar avlayabilmesinin nedeni buydu.

Kimse onun savaştığı şeyin azametli ve berbat sarhoş edici çağrısını anlamadığını düşünmesin. Bunları aslında fazlasıyla iyi anlamıştı. Pascal’a –en üstün Hıristiyan Filozofu türü olan Pascal’a saldırısının satır aralarında nasıl da– akraba bir ruh karşısında titreşen bir sempati okunabilir!

Ayrıca -çünkü sonuçta sözcükler ve cümleler nedir ki?- onu dikenleri öylesine umutsuzca tekmelemeye zorlayan şeyin aslında içindeki “Hıristiyan vicdanı”ndan başka bir şey olmadığı da anlaşılmalıdır. Onu –mümkünse– Hıristiyanlıktan daha soylu, daha katı, daha keyifli, daha masumca kötü olan bir şeyi aramaya sürükleyen şey, içindeki “Hıristiyan vicdanı”ydı – kendisi de bunun şehvetli zalimliğini çözümlemedi mi?

Onunla Hakikat uğruna savaşmadı. Kalben, hakiki bir Hıristiyan olarak, ki öyleydi, asla Hakikat olarak Hakikate fazlaca önem vermedi. Onu daha Yüksek bir İdeal, daha müşkülpesent, daha az insanca bir İdeal uğruna yere verdi. İçindeki, Hıristiyan ruhu onu Hıristiyan ruhuna azap vermeye zorladı – ve bütün bunları da kendisi de Hıristiyan vicdanına zımbalanmış olan bir asalet çılgınlığı uğruna yaptı! 

Diyelim ki Goethe’yle kıyaslandığında, Nietzsche gerçekten de Yunanlı mıydı? Bir an için bile değil. Böyle olma girişiminin umutsuzluğu içinde, Yunan trajedisini ele geçirdi ve onu Hıristiyan zilleriyle dans ettirdi! Açıkça anlaşılmalıdır ki, bu, Dionysos çılgınlığının gizli sırrıdır – Dionysos ona bu olanağı sağladı. Bu tanrıya –ayrıca belirtilmelidir ki, yaralı bir tanrıdır– iman ederken; bir başka İsmin gölgesi altında sapkınlaşan “yaralanma esrikliği” arzusunu tatmin edebiliyordu.

Ama sonuçta –Goethe’nin dediği gibi– “duygu her şeydir; isimse ses ve dumandan ibarettir”. Hissettikleri Hıristiyan duygularıydı, bir Mistiğin, bir Hayalci’nin, bir Softa’nın duyguları. Bunları hangi isimle adlandırdığınızın ne önemi var? İsa? Dionysos? Her İkisini de kendi savaşlarına gönderen insan kalbinin gizli yaratıcı tutkusudur.

Hiç kimse hangi Gizli Kozmik Güç insani esrikliğin içinde erirse erisin, bunun bazı özel hecelerle çağrılmayı beklediğini düşünecek kadar basit midir? İçindeki İsa’nın böylesine keyfi biçimde boğazlanışının asla büsbütün sona ermemiş olduğu, eza çeken beyni gergin bir kiriş gibi bozulduğu zaman, “aristokratik Torino kenti”nden Cosmina Wagner’e gönderdiği o trajik mesajların sözcükleriyle kanıtlanmaktadır. Bu mesajlar uzayda atılmış alev oklarını andırır ve içlerinden birinin üstünde “Çarmıha Gerilmiş” sözcükleri ve diğerinin üstünde de “Dionysos” sözcüğü yazılmıştır.

Kendi acımasız kırbaçlanışı bu yalnız Kurban’ının büyük ve kalp kırıcı çağrısı, üzerimizdeki etkisi açısından, beyan ettiği herhangi bir özel “fikre” bağımlı değildir. En kötüsünü ele almak gerekirse “bütün şeylerin Ebedi Tekerrür Edişi” fikri açıkçası entelektüel Sadizm’inin bir başka örneğinden başka bir şey değildir.

Hayatın, onlar hakkındaki Acıma Duygusunu öldürmeye çalıştığı, o sayısız Kurbanlarının başına gelebilecek en kötü şey, aynı cezadan yeniden ve yeniden –sadece bir ya da iki kere değil, sonsuz kereler– geçmek zorunda olmaları ve bu kurbanlara karşı duyduğu muazzam Acıma Duygusu böylesine uzun bir cinayeti gerektirmiş olan onun, aniden, olması “gerekenin” tam da bunun “tahammül edilemezliği” nedeniyle olması gerektiğini fark etmiş olmasıydı. Yine de, belirtebiliriz ki, aradığı “Hakikat” değil, esriklikti; bu örnekte, hayal etmesi mümkün olan en berbat konu türünü “kabul etmenin” esrikliği.

Üst-İnsan fikri de, yalnızca kendi zalimliğinin mızrak ucunda düşünmeye zorlanan birinin beynine girebilecek bir fikirdir. Bu büyük ve berbat bir fikirdir, insan soyunun yerini “bir başka ırka”, daha güçlü, daha bilge, daha adil, daha katı, daha keyifli ve daha tanrısal bir ırka bırakabileceği yönündeki o yüce ve yıkıcı fikir! Özellikle soylu ve zorlayıcı olansa Nietzsche’nin insanlar için kendi Kaderlerini Evrimin kör gücünden çekip alma ve onu, “belirgin bir amaca” doğru, güçlü bir el ve berrak bir iradeyle yönlendirme anının geldiği yolundaki sürekli ısrarıdır.

Kendisine ve kendisi aracılığıyla insanlığa eziyet etme güdüsünün, onu yolumuzun böylesine önemli bir aydınlatıcısını kırbaçlamış olması gerçeği, herhangi bir büyük sapkınlığı bastırmanın ne denli bilgelik dışı olduğunun kanıtıdır. Bu tür motive edici güçleri, Nietzsche’nin de kendisininkini kullandığı gibi, entelektüel önsezi hedefleri için kullanılmalıdır- basitçe “iblisçe” denilerek ayaklar altına alınmamalıdır.

Zavallı insan soyumuzun, onun talep ettiği gibi, kendisini hiç aşıp aşmayacağı ve psikolojik anlamda farklı bir şeye yükselip yükselmeyeceği, “geniş bir çözüm kabul edebilir”. Bu bilimsel olmayan bir fikir değildir. Bu dinsel olmayan bir fikir değildir. Peygamberlerin bütün düşlerini arkasına almıştır. Ama – kim bilebilir ki? İçimizdeki yıkım ruhunun bu büyük Şansı ele geçirmemizi olduğu kadar onu ahlaksızca mahvetmemize de neden olması mümkündür. İnsan yaratma güdüsünün yanı sıra birçok başka güdüye de sahiptir. Belki de o böylesi bir amacı, uzun süreler boyunca istemeyecek, “arzulamaya” bile asla kışkırtılmayacaktır. 

Nietzsche’nin, kendisini Kaderi sadece kabullenmesini değil onu “sevmesini” de mümkün kılan böylesine bir Dionysyen esriklik ruh haline zorlamaya yöneltmesini sağlayan tuhaf “iyimserliği”, içinde işbaşında olan yeraltındaki Hıristiyanlık “vicdanının” bir başka kanıtından başka bir şey değildir. Böyle bir ruh halinin varlığında ve aslında, neredeyse bütün büyük dramatik Tutkularının varlığında, Gethsemane’de “Efendimizle birlikte” olan, onun alaycı eleştirmeni değil, Nietzsche’dir. İnsan –kan ter içinde kalmadan!– Kaderin kupasından “severek” içemez.

Nietzsche’nin fikirleri hakkında gözlemlenmesi ilginç olan şey, içindeki özünde Hıristiyan olan şeyden ne kadar uzaklaşırlarsa, daha az ikna edici hale gelmeleridir. İnsan bunu kendisinin de kabul ettiğini ve bununla hırslanarak, Cangılda daha ve daha fazla adım attığını hissetmeden duramaz.

Örneğin, insan, “Sarışın Hayvan” kültüyle Ceasar Borgia kültünün, vahşi bir öç alma içinde, kendi kendisine yöneltilmiş çılgınca misillemelerden; Zarathustra’yı yazarken müptelası olduğu yüksek ve nüfuz edici ruhaniliğe karşı rastgele vurulmuş kör darbelerden başka bir şey olmadığını düşünüyor.

Ama burada, bu bunaltıcı, sindirici, düzensiz, azarlayıcı ruh hali hakkında konuştuğunda sözcüklerinin üstündeki kimi hain kızıl akkor tarafından cezp edildiğimiz, biraz garip psikolojik merak konusu bir nokta var. Dünyanın çeşitli İhtirasperverleri arasında, seçmeyi tercih ettiği, neden tam da bu Borgiavari tip, bu Rönesans tipi olmuştur? Hıristiyan İdeali’nin karşısına neden onun “sahici karşıtını”, naif, sanatsız, fauna benzeri, pagan, asla “pişman” olmayan “Doğa’nın çocuğunu” çıkartmıyor?

Yanıt açık. Borgian tipini –“batıl inançtan” özgür “olmayan”, daima “batıl inançla” güreşen tipi– hançerine kutsal su serpen eden tipi seçer; çünkü böylesi bir tip Hıristiyan İdeal’inin aramızdaki varlığının kaçınılmaz “ürünüdür”. Hıristiyan İdeali, kendisi olmadan imkânsız olacak olan, belirli bir “kötülük” komplikasyonunu mümkün kılmıştır.

Nietzsche Hıristiyanlık saplantısına sahip olmasaydı, “İdeal Sarışın Hayvanı” olarak tıpkı “İsa gelmeden önce” içinde Hayat kaynayana benzeyen, soğukkanlı sinirlere, klasik sinirlere sahip, mükemmel anlamda naif, “düşmemiş” adamı seçerdi. Aslında, “vicdanı-yaralı- Rönesans tipinden ziyade, bu tipi idealize etmek için patetik bir mücadele verir. Parmaklarını birden çok kez, gerçek güneş yanığı “Pompeivari” kâfirliğin kızıla boyanmış eklemlerine tesadüf eder. Bu lekesiz, “emperyal” Hayvana ulaşmak için Petronius’un ahlaksız sayfalarını ateşlice çevirir. Ama ona ulaşamaz. Ona asla ulaşamazdı. Aralarında Borgia’nın “kutsanmış” hançeri parlayıp ışıldar. O halde, Nietzsche, çağırdığı, “kötülük” türü içinde bile, İsavari ve İsa-hâkimiyeti altında kalır. Konu, insan, örneğin, Napolyon’dan söz ettiği sayfaların arkasına sessizce göz attığında daha da kesinlik kazanır.

Okurun en hafif bir psikolojik kehanet gücü varsa, işin içine Napolyon girince, belirli bir gerilimden ve çekiştirmeden, belirli bir zihinsel seğirmeden ve kıvranıştan da haberi olacaktır.

Evet, Weimar’daki şöminesinin üstüne o ölümcül “N”yi kazıyabilirdi- bunu böyle yapmak yaralı beyninin son avuntusu olacaktı. Ama o büyük İmparator konusunda asla gerçekten ferahlık duymadı. Saf, dolaysız, klasik kabulle- onu asla, Goethevari bir selamla, “Kaderin Şeytani Efendisi” diye selamlamadı! Goethe ile Napolyon, birbirlerini “İnsanlar” olarak kabul ettikleri uğursuz karşılaşmalarına, Nietzsche’nin girmesiyle rahatsız edilselerdi, her ikisinin de, doğal Düşmanlarını, Çapraz kerterizlerini, İsa-saplantılıyı, “Il Santo’yu” tanıyarak, birbirlerini desteklemeyeceklerini ve geri tepmeyeceklerini mi sanıyorsunuz?

Bu iki tip arasındaki fark en iyi, Nietzsche’nin umutsuz dövüşüyle kıyaslandığında, Napolyon ve Goethe’nin İsa-Efsanesine muamele etme biçimleri hatırlanarak hissedilebilir. Napolyon “Dini” kendi Yüksek Siyaseti ve Dünyevi Devlet işleri için sakince ve özenle kullanır.

Goethe “Dini” estetik kültürü ve mistik sembolizmi için sakince ve özenle kullanır. Hiç biri, bir an için bile, onun tarafından etkilenmezler.

Onlar doğuştan Pagandır; ve bu soylu, işkence görmüş ruh kendisini ateşli bir iman içinde ayaklarına fırlatıp attığında; insan, Homerik Hades’lerinden, ona merakla, “idrak etmeden” baktıklarını hisseder.

Dünyadaki en gülünesi şeylerden biri, kimi basit eleştirmenlerin Nietzsche’yi sıradan bir “Dürüst Kafir”e, insanlığa Tanrının olmadığı ve öldüğümüzde ölmüş olacağımız derin keşfini sunan bir tür şiirsel Bradlaugh-Ingersoll’a dönüştürme girişimleridir! Bu naif, yeniden can bulmuş “Pagan” bizi –biz, “ortalama duygusal insanları”– bilgeliğe giden yolun, “onun ayartmasına” ayak diremekten değil, kendini vermekten geçtiğini; kendimizi “dönüştürmeye” yönelik ruhsal dövüşten değil, “kendimiz olma” ve “kendi tipimizi yaşama” kaba cesaretinden geçtiğini temin etmeye çalıştığında, bu saçmalık tamamlanır! 

Böylesine çocukça bir yanılsamayla oynayan iyi çocuklar “pagan” kahramanlarının filozof Strauss’u damgalamasını ve azarlamasını yeniden gözden geçirseler iyi yaparlardı. Strauss tam da onların Nietzsche’yi dönüştürmeye çalıştıkları şeydir – “Haç” sporu yapıp Laager Birası içen, kindar, duyarsız, kabadayıca, maddeci bir Kâfir. Nietzsche Laager Birasından tiksinirdi ve “Haç” onun eza çeken, Dionysosvari ruhunda, gece gündüz “yandı”.

Kimi zaman bana öyle geliyor ki ortada “Alman Reformasyonu” olmasaydı ve vulgar evanjelik Protestanlık dünyaya yayılmamış olsaydı, bu “azizvari” Deccal’in azametli ve umutsuz Tutkusunu Kilise’nin gelişim çemberine taşımak hala mümkün olabilirdi. Sonuçta, “kurtuluş” elde etmeye yönelik o ajite, şehvetli, gizli araçların, zayıf ve sapkın olanın o aşırı ince, bilinçaltı ile algılanan, güzel ve cesur karşısında “intikam alacak” olan, Nietzsche’nin hep “Eski Ahit’tekiyle” aynı biçime “bağlı olması” yüzünden ağıtlar yaktığı o hilelerinin Hıristiyanlık İnancında sonsuza kadar hâkim “not” olarak kalması gerektiğini neden kabul edelim? Ceasar’ın ardılı, “Ruhani Roma”mızın Pontifex Maximus’u, hala dünyanın daha soylu dinsel beğenisindeki Düşmez Öğe’yi temsil ederken, belki de hala, “dağ zirvelerinin” bu vulgarlaştırıcılığının, Gezegenimizin Tutku Oyununun bu onur kırıcılığının, dağlanarak yok edilmesi uzak bir şans olarak mevcuttur.

Ve yine de bu muhtemel değildir! Çok daha muhtemel olansa, İsa’nın gerçek “sırrının”, Nietzsche’nin gerçek “sırrıyla” birlikte –ki Borgias’larının hepsi yüzünden bu ikisi esasında farklı değildir– her zaman oldukları gibi tatlı ve ölümcül “fataliteler” olarak kalmalarıdır – onları anlayan çok az, çok az, çok az kişi için!

İnsanın, Nietzsche’yi okuduktan sonra, yanı sıra alıp götürdüğü nihai izlenim, “farklılık” izlenimi, “vulgar zalimlikten”, “duygulu alçaklık”tan, dünyanın acemice tavizlerinden uzaklık izlenimidir. Bu Zerdüştyen ruh hali fazla uzun sürmeyebilir. Kimilerimizde bir saat; kimilerimizde bir gün -çok azımızda birkaç yıl boyunca sürer! Ama devam ettiği sürece, bu ender ve yüksek bir deneyimdir. Tıpkı buzsu çıkıntıdan derin körfezlere uzanır gibi, Yaratmanın ve Yok Etmenin yüzüne, bir kez tam olarak bakmaya cüret ederiz.

İhtiraslarımızdan kurtularak, ya da onları, horlayarak ve kayıtsızca, görüş motorları gibi kullanarak, dünyaların hayat buluşunu ve ölüşünü, Evrenin Hiçliğe doğru boğulan, ağır, uzun süreli, mehtaplı dalgasını görürüz.

İnsan ırklarını, onların düşüşünü, yükselişini, meydan okuyuşlarını, ilerleyişini ve geri çekilişini görürüz ve “Büyük Mehtap-gelgiti” saatlerinde –Peygamberinin umutlarını gerçekleştiren– “yeni ırkı” görürüz; ve “bunun sonunu da” görürüz! Ve bütün bunları gördüğümüzde, gözcü kulemizin havası öylesine buz soğuğu ve bilgedir ki, ne titrer ne de ürkeriz. Dünya derindir ve derin acıdır ve acıdan daha da derin olansa coşkudur. Yaratılışı gördük ve onun içinde eridik. Yıkımı gördük ve onu içinde eridik. Hayatın uzun, titrek Gölgesinin buzulumsu çıkıntımızın üzerinde ürpermesini seyrettik ve o boğulan gelgitin onu kabul edişini seyrettik. Pekâlâ. Vizyonumuza sahip olduk. Şimdi neyin tanrılara yüzlerine takındıkları “o bakışı” verdiğini biliyoruz.

Şimdi bize kalan tek şey tanıdık insanca Sahne’ye; “sonraki yalnız yılların içindeki Gala-Gecesine” geri dönmek ve neşeli ve “katı” ve “yüzeysel” olmaktır! 

Şeylerin Hakikatine açılan o buzsu Çıkıntı “Eloi, Eloi Lama Sabachtani”si Acıma Duygusunun ölüm çığlığı olmayan yalnızca tek bir Kâşif tanır. Ve o Kâşif – biz yalnızca onun Geri Dönüşünü mü hayal ettik?

kaynak: visions and revisions / çevirgen: soner torlak

Gönder gitsin